Giriş
Bu inceleme, Emekli Prof. Dr. Murat Çizakça’nın “Milyonların Kucaklaşması” başlıklı çalışmasından ilham alarak, milli kimlik, toplumsal uzlaşma ve bu uzlaşmanın ekonomik ve sosyal kalkınma üzerindeki etkilerini çok yönlü bir bakış açısıyla ele almaktadır. Bilimsel birikiminin elli yılını bilimsel çalışmalara adamış bir akademisyen olarak Çizakça, genç nesillere yönelik iki temel nasihatte bulunmaktadır: Türk olmanın sağladığı avantajların bilincinde olmak ve bunları iş hayatında kullanmak ve “karşı tarafı kucaklamak”. Makale, özellikle ikinci nasihat üzerinde derinleşerek, tarihsel örnekler ve güncel toplumsal dinamikler üzerinden “milyonların kucaklaşması” kavramının kritik önemini vurgulamaktadır. Bu çalışmada, Çizakça’nın argümanları çerçevesinde, Türk kimliğinin barındırdığı potansiyel, toplumsal kutuplaşmanın maliyeti ve farklı kesimler arasında uzlaşma zemini oluşturabilecek ortak değerler akademik bir perspektifle incelenmektedir.
Türk Olmanın Avantajları: Medeniyetler arası Köprü Kurma Potansiyeli
Prof. Çizakça’nın ilk nasihati, Türk olmanın ilk bakışta bir dezavantaj gibi görülebileceğini kabul ederek başlar. Arapların Türkleri fazla Batılılaşmış, Avrupalıların ise fazla Müslüman olarak görmesi, bu algının kökenlerini oluşturur. Yazar, Viyana’da yaşadığı kişisel bir anekdotla bu önyargıları örneklendirir. Ancak Çizakça, bu durumu bir dezavantaj değil, “muazzam bir avantaj” olarak yorumlar. Zira hem Müslüman hem de Batılılaşmış olmak, Türklerin Batılılara İslam uygarlığını, Müslümanlara ise Batı uygarlığını anlatabilme potansiyelini taşır.
Bu rolü üstlenebilmenin ön şartı, her iki uygarlığı da diniyle, devletiyle, ekonomisiyle ve tarihiyle derinlemesine tanımaktır. Yazar, kendi hayatında bu köprü kurma becerisi sayesinde kariyerinde yükseldiğini belirtir. Bu beceri, “karşındakini dilini kullanabilme” yeteneğiyle yakından ilişkilidir; yani Araplara onların dilini ve referans noktalarını bilerek, Batılılara ise onların dilini ve referans noktalarını bilerek hitap etmek. Türk Savunma Sanayii kurucularından Vahit Erdem’in de bu yöntemle başarılı olduğu örnek olarak verilir.
Rahmetli Türkan Saylan’ın Prof. Çizakça’ya “hem onların hem de bizim dilimizi konuşabilme” özelliğinden bahsederek “Adil Düzen” programını kendilerine anlatmasını istemesi de bu “tercümanlık” rolünün somut bir örneğidir. Yazar, o günden beri bu tercümanlığa devam ettiğini ifade eder. Bu bağlamda, meslek ne olursa olsun, Batı ve İslam uygarlıkları hakkında mümkün olduğunca geniş bilgi edinmenin, ileriki yaşamda ne zaman ve nerede işe yarayacağı belli olmasa da mutlaka katkı sağlayacağı ve yükselmeye yardımcı olacağı vurgulanır. Bu bilgiyi edinmenin yolu ise ezberlemekten ziyade, merak ve hayretle öğrenmektir. Ezberlenen bilgi sınavdan sonra unutulurken, merakla öğrenilen bilgi kalıcıdır ve kişinin “kendi malı” olur.
Milyonların Kucaklaşması: Kavramın Kökeni ve Tarihsel Başarı Örnekleri
Konuşmasının başlığı olan “Milyonların Kucaklaşması” kavramı, ünlü Alman şairi Friedrich Schiller’e ait olup, orijinal ifadesi “Sei umschlungen millionen!” şeklindedir. Schiller, bu sözleri Napolyon savaşları öncesinde, insanların kardeş olmaları ve kucaklaşmaları gerektiği düşüncesiyle sarf etmiştir. Büyük besteci Beethoven’ın 9. Senfonisi’nin koral bölümünde bu sözlere yer vermesi, kavramın kültürel etkisini göstermektedir. Yazar, bu noktaya kadar şiir, müzik ve kültürlerle “romantik bir giriş” yaptığını belirtir.
Ancak “milyonların kucaklaşması” kavramı sadece kültürel bir ideal olmayıp, tarihte somut karşılıkları olan ve önemli sonuçlar doğurmuş olayları tanımlar. Tarihte bu kucaklaşmanın görüldüğü örnekler oldukça nadirdir.
İngiltere (1688)
17. yüzyıl ortasındaki iç savaşın ardından halkın ikiye bölündüğü İngiltere’de, Whigs ve Tories liderlerinin anlaşmasıyla 1688’de “Glorious Revolution” (Muhteşem Devrim) adı verilen bir “milyonların kucaklaşması” gerçekleşmiştir. Bu anlaşmanın ardından önce hukuk devleti, onu takiben de sanayi devrimi gelmiştir. Sanayi devriminin başka bir ülkede değil de İngiltere’de başlamasının temel nedeni olarak bu kucaklaşma gösterilir.
Batı Avrupa (II. Dünya Savaşı Sonrası)
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından “ateş yutmuş” milyonlarca Batı Avrupalının, onca düşmanlığı bırakarak “nie wieder” (bir daha asla) sloganıyla kucaklaşmaları ve Avrupa Birliği’ni kurmaları, bir diğer çarpıcı örnektir. Birliğin milli marşı olarak Beethoven’ın Schiller’in sözlerini bestelediği müziği seçmesi “çok manidardır”. Bu kucaklaşmanın ekonomik etkileri de belirgindir. 1950’de kişi başına düşen milli geliri 4582 dolar olan Batı Avrupa’da, bu rakam 2005’te 20.589 dolara (dört misli artış) yükselmiştir. Buna karşılık, halkların ezildiği SSCB’de kişi başına düşen GSMH aynı dönemde sadece iki misli artarak 2841 dolardan 6336 dolara çıkabilmiştir. Bu örnekler, kucaklaşmanın zenginliğe, kucaklaşmaktan vazgeçmenin ise fakirliğe yol açtığını göstermektedir. İngiltere’nin eski başbakanı John Major’ın Brexit sonrası ülkesinin durumunu “daha güçsüz, daha fakir ve dışlanmış” olarak tarif etmesi, kucaklaşmaktan vazgeçmenin maliyetini ortaya koyar.
Japonya (II. Dünya Savaşı Sonrası)
Atom bombalarıyla yerle bir olan Japonya’nın, askeri savaşı kaybetse de “ekonomik savaşı kazanacağız” diyerek milleti tek bir hedefe odaklaması ve on yıl içinde milli gelirlerini iki misline çıkarma kararı alması, bir kucaklaşma örneği olarak sunulur. 1961-70 arasında %7,2 hedefinin üzerine çıkarak %9,3 büyüme başarısı gösteren Japonya, dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olmayı başarmıştır. Bu örnekler, milyonlar kucaklaşıp bir şeye karar verip odaklanınca büyük işlerin başarılabileceğini ancak bunu başarabilen ülke sayısının çok az olduğunu göstermektedir.
Türkiye’nin Başardığı Kucaklaşmalar
Yazar, Türkiye’nin tarihinde iki defa “milyonların kucaklaşması”nı başardığını belirtir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu
Birincisi, Orta Asya’dan gelen Türklerin Anadolu’nun bin küsur yıldır yerli halkı olan Romalılarla anlaşarak Osmanlı İmparatorluğu’nu kurmasıdır. Yazar, “Romalılar” kelimesini bilinçli kullandığını belirtir. Malazgirt’te başlayan fetih sürecinin İstanbul’un fethiyle sonuca ulaşmasına rağmen, daha Selçuklular döneminde savaşlar ve ittifaklarla bu iki halkın kucaklaşmasının başladığı ifade edilir. Bu kucaklaşmadan Osmanlı’nın doğduğunu ilk ortaya atan Halil İnalcık olmuş, sonrasında Heath Lowry tarafından doğrulanmıştır. Bu kucaklaşmanın çeşitli nedenleri vardır:
- Dini Nedenler: Hristiyanlığın 325’teki İznik Konsili’nde kabul edilen Trinite (Teslis) doktrinine karşı, Tek Tanrı’ya inanan Romalıların bu doktrini reddederek gönüllü olarak İslamiyet’e geçmeleri. Dinlerini terk edip Osmanlılara katılan yüzbinlerce Romalı olduğu belirtilir.
- Ekonomik Nedenler: Osmanlılara katılan Romalıların gemi inşaatı ve deniz savaşlarında önemli katkılarda bulunmaları. Halil İnalcık ve yazarın kendi araştırmaları ile Barkan’ın çalışmaları bu katkıları detaylandırır.
- Politik Nedenler: 1204’teki Dördüncü Haçlı Seferi sonrası İtalyanlara duyulan nefret. Romalıların, Türkleri kendilerini İtalyanlara karşı koruyabilecek yegâne güç olarak görmeleri. Çökmekte olan Doğu Roma İmparatorluğu’na karşılık yükselen Türk gücüne olan ihtiyaç. Bu ihtiyacın da halkların kucaklaşmasının bir sebebi olduğu ifade edilir. Osmanlı Devleti’nin bu kucaklaşmayı bilinçli olarak uyguladığı “istimalet” politikasıyla mümkün kıldığı Halil İnalcık tarafından belirtilmiştir. Köse Mihal, Gazi Evrenos, Rum Mehmet Paşa, Mimar Sinan gibi isimlerin yanı sıra, son Roma İmparatoru’nun erkek kardeşinin oğullarının Fetihten 17 yıl sonra Osmanlı hizmetinde önemli görevlere (Kaptan-ı derya Mesih Paşa, Rumeli Beylerbeyi Murat Paşa) yükselmesi çarpıcı örneklerdir.
Kurtuluş Savaşı (İstiklal Savaşı)
Türkiye’nin gerçekleştirdiği ikinci kucaklaşma, Cumhuriyeti kurarken İstiklal Savaşı sırasında yaşanmıştır. Ülkenin işgaline karşı Kuva-i Milliye çatısı altında Türk’üyle, Kürt’üyle, Laz’ıyla tüm milli güçlerin kucaklaşarak ülkeyi kurtarması “muazzam bir başarı” olarak nitelenir. Yazar, savaşı Türkiye’den önce kaybeden Almanya’nın tam bağımsızlığına 72 yılda ulaşmasına karşın, Türkiye’nin işgalcileri 4 sene içinde göndermesinin bu başarının büyüklüğünü gösterdiğini belirtir. Bu başarının bilincine varmak için, “Mustafa Kemal Çanakkale’de şehit olsaydı benim hayatım nasıl olurdu?” sorusunu sormayı önerir.
Bu tür “counter factual history” (karşı-olgusal tarih) yöntemiyle günümüzü daha iyi anlamanın mümkün olduğu belirtilir. Bu sorunun üç olası cevabı (Yunanistan’da üçüncü sınıf vatandaş olmak, din değiştirip asimile olmak, Ankara’nın doğusuna göç etmek) üzerinden, İstiklal Savaşı’nın ne denli hayat kurtarıcı olduğu, özellikle Atatürk’ü eleştiren dindarların bu soruyu kendilerine sorması gerektiği vurgulanır. Anadolu halkları kucaklaşınca ortaya muhteşem şeyler çıktığı sonucuna varılır.
Üçüncü Kucaklaşma İhtiyacı: Laikler ve Dindarlar, Türkler ve Kürtler
Tarihteki bu iki başarının ardından yazar, günümüzde üçüncü bir kucaklaşmaya ihtiyaç olduğunu belirtir. Eğer bu da başarılabilirse, Türkiye’nin tarihinde üç defa milyonların kucaklaştığı belki de dünyadaki tek ülke olacağı ifade edilir. Bu üçüncü kucaklaşma, Türklerle Kürtlerin ve Laiklerle dindarların kucaklaşmasıdır. Zaman kısıtlılığı nedeniyle yazar, özellikle laik-dindar kucaklaşması üzerinde duracağını belirtir. Bu “kavga” yüzünden ülkenin Japonlar gibi ekonomi üzerinde odaklanamadığı ve zenginleşmesinin engellendiği savunulur.
Peki, bu üçüncü kucaklaşma mümkün müdür? Yazar, eğer dindarlar İslamiyeti, laikler de laikliğin esas ilkelerini doğru dürüst anlayıp yorumlarlarsa bunun mümkün olduğunu ileri sürer. Bu kucaklaşmanın gerçekleşmesi için üzerinde anlaşılabilecek kavramları, yani iki set arasındaki “intersection” veya “müşterek uzlaşma bölgesi”ni saptamak gerektiğini ifade eder.
Uzlaşma Alanları: İslamiyet ve Laikliğin Ortak Paydaları
Yazar, laiklerle dindarların üzerinde anlaşabilecekleri yedi (sekizinci maddede iki husus birleştirilse de aslında maddeler 8 adettir) temel kavramı, İslamiyet’in temel kaynakları (Kur’an, Sünnet, Maqasid al-Şeriat) ve tarihsel uygulamalardan yola çıkarak saptar:
İnanç Özgürlüğü
Kur’an’daki “Dinde zorlama yoktur” (Baqara: 256), “Rabbin isteseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi inanırdı. Öyle iken sen mi insanları inanmaya mı zorlayacaksın?” (Yunus: 99), “Senin dinin sana, benim dinim bana” (Kafirun: 6, 9) gibi ayetler inanç özgürlüğünü kesin bir dille ortaya koyar. Hz. Muhammed’in Medine’deki gayri-Müslimleri zorlamak yerine can ve mallarını koruyan kontratlar imzalaması da (ki bunun tarihteki ilk yazılı anayasa olduğu da ileri sürülmüştür) ibadet özgürlüğüne verilen önemi gösterir. İbadet özgürlüğü, laikliğin en önemli unsurudur. Yazar, ibadet özgürlüğü anlamında laikliğin bir Batı keşfi veya dayatması değil, tam tersine Kur’an’ın emri ve Peygamber sünneti olduğunu savunur. Osmanlı Devleti’nin millet sisteminde de bu anlayışın uygulandığı belirtilir.
Dindarların, laikliği Atatürk’ün dayattığı bir Avrupa taklitçiliği olarak görmekten vazgeçme vaktinin geldiği vurgulanır. Laikliğin aynı zamanda İslam dünyasını mahveden mezhep savaşlarını önleyebilecek yegâne kavram olması da dindarlar için önemli bir benimseme sebebi olarak sunulur. Osmanlı laikliğinin başarılı ancak yetersiz olduğu, gayrimüslimlere ibadet özgürlüğü tanırken Sünni olmayan Müslümanlara aynı hoşgörüyü göstermemesi nedeniyle Sünni-Şii kavgasını önleyemediği de belirtilir. Günümüzde cem evlerinin ibadethane olarak tanınması gibi adımlarla ibadet özgürlüğü anlamında laikliğin tüm İslami mezhepleri kapsayacak şekilde genişletilmesi gerektiği ifade edilir.
Anayasa’ya Saygı
Hz. Muhammed’in Medine’de imzaladığı ve ilk yazılı anayasa olduğu ileri sürülen dokümanlar göz önüne alındığında, modern anayasaların Müslümanlar açısından Peygamber sünnetiyle uyumlu bir hukuksal referans olduğu sonucuna varılır. Bu nedenle anayasaya saygı, laiklerle dindarların üzerinde anlaşabilecekleri bir diğer ortak konudur.
Düşünce ve İfade Özgürlüğü
Maqasid al-Şeriat (Şeriat’ın amaçları) kavramının önemli bir unsuru “aklın korunması”dır. İçki yasağının temelinde de sarhoşluğun düşünmeyi engellemesi yatar. Ancak yazar, bireysel sarhoşluğun zararının kişiye ve yakınlarına sınırlı kaldığını, buna karşılık devletin düşünceleri nedeniyle insanları hapse atmasının çok daha vahim olduğunu savunur. Zira bu durum, tüm halkın korkudan düşüncelerini ifade edememesine, yani aklın toplumsal düzeyde kullanılamamasına yol açar. Aklın en önemli ürünü düşünce olduğuna göre, devletin düşünce ve ifade özgürlüğünü koruması gerektiği, aklın korunması ilkesinden çıkarılır. Düşünce özgürlüğünü ortadan kaldıran devletin, alkolik bir bireyden kat kat daha zararlı olduğu, tüm toplumu aptallaştırdığı ifade edilir. Hükümetin İslami referansla hapisteki düşünce suçlularını tahliye etmesi veya laiklerin bu konudaki eleştirilerini İslami referansla sunması, kucaklaşma zemini yaratabilir.
Tarafsız ve Bağımsız Yargı / Hukuk Devleti
Maqasid al-Şeriat‘ın üçüncü unsuru mülkiyet haklarının korunmasıdır. Devletin bunu sağlaması mecburidir ve bunun için tam bağımsız ve tarafsız bir adalet sistemi şarttır. Adalet olmadığında güçlülerin zayıfların mallarına el koyacağı ve bunun çalışma şevkini kırıp toplumu tembelliğe sevk edeceği belirtilir. “Adalet mülkün temelidir” sözü bu gerçeği vurgular. Adalet, sadece İslamiyet’in değil, “Türk örfü”nün de (Kutadgu Bilig’deki Adalet Dairesi gibi) gereğidir. Bağımsız ve tarafsız bir yargı sistemi, hukuk devletinin de temelidir ve karşılıklı uzlaşma konusudur.
İnsan ve Kadın Hakları
Maqasid‘ın dördüncü unsuru “kişinin korunması”dır (“hıfs al-nefs”). Buradan devletin insan haklarını koruması gereği anlaşılır. Amerikan ve Fransız devrimleriyle ifade edilen İnsan Hakları Beyannamesi evrenseldir. İslam dünyasının, kendi Maqasidinde zaten var olan bu fikri Batı’dan “daha da gelişmiş haliyle” alabileceği belirtilir. Bu “daha gelişmiş hal”den özellikle kadın hakları kastedilir. Taliban’ın kadınlara yönelik uygulamalarının “hıfs al-nefs” ilkesine aykırı olduğu ve nüfusun yarısını eve kapatmanın kalkınma mücadelesinde “tek elle boks yapmaya” benzediği, yani tüm nüfusun fakirliğine yol açtığı vurgulanır. Kadın hakları da laiklerle dindarların rahatça anlaşabileceği bir konudur.
Demokrasi
İslam’ın demokrasiyi emredip etmediği sorusuna yazar kesinlikle “evet” cevabını verir. Argümanı “iyiliği emret, kötülüğü yasakla” (Kur’an, III:104 vb.) emrine dayanır. Hz. Peygamber bu emri açıklarken elle (devlet), dille (ulema) ve kalple (halk) düzeltmeyi tavsiye etmiştir. Ebu Hanife’nin yorumu bu görevleri sırasıyla devlete, ulemaya ve halka atfeder. Yazar, halkın kalben düzeltme görevinin somut bir sonuç doğurması ve kimsenin başının derde girmemesi için bir kuruma ihtiyaç olduğunu ileri sürer. Bu kurumun “oy sandığı” olduğunu savunur. Demokrasinin, yetişkin Müslümanların her dört yılda bir kalplerindeki düşünceleri somut bir şekilde uygulamaya sokmalarını sağladığı, kötülüklerden sorumlu liderin sandıkta barışçıl yolla değiştirilebildiği ve vatandaşın “eliyle düzeltme” gücüne kavuştuğu belirtilir.
Bu sürecin kimsenin burnu kanamadan devlet gücünün vatandaşa transferi anlamına geldiği ifade edilir. Sonuç olarak, “iyiliği emret kötülüğü yasakla” emri, karışıklık çıkmaması için düşüncenin kalpte tutulmasını gerektirir, demokrasi ise kalpte tutulan düşüncenin barışçıl yolla uygulamaya geçmesini sağlar; dolayısıyla İslamiyet demokrasiyi emretmektedir. Yazar, Per Ahlmark’a atıfla demokrasilerin birbiriyle savaşmadığını, devletin kendi vatandaşlarını katletmediğini ve kıtlık yaşanmadığını belirterek demokrasinin önemini vurgular. Demokrasi, laikler ve dindarlar arasında önemli bir uzlaşma konusudur.
Gelecek Nesillerin Korunması
Maqasid‘ın son unsuru gelecek nesillerin korunmasıdır. Devletin mükemmel bir eğitim ve sağlık sistemi kurarak bunu sağlaması gerektiği belirtilir. Ciddi bir vakıf reformu ile özel sektörün katkısının artırılabileceği ve Türkiye’nin Osmanlı geleneği ve mevcut kanunlarıyla bu konuda İslam dünyasında en ileride olduğu ifade edilir.
Finans Reformu (Mudaraba-Venture Capital)
Finans sektöründe de uzlaşma mümkündür. Peygamber sünneti “mudaraba” ortaklığı ile Amerikan “Venture Capital” sisteminin sentezi önerilir. Her ikisi de sermayedar ile girişimci riskinin paylaşılmasını içerir ve faiz oranı sıfırdır. Bu sistemin Türkiye’ye getirilmesiyle yüksek faizlerin girişimciliği baltalayan etkisinden kurtulunabileceği belirtilir.
Yazar, saptadığı bu yedi (sekiz) adet kavramın laiklerle dindarların üzerinde anlaşabileceği ve her birinin birbirinden önemli olduğunu vurgular.
Sonuç
Prof. Dr. Murat Çizakça’nın “Milyonların Kucaklaşması” söyleminden hareketle yapılan bu analiz, toplumsal kutuplaşmanın üstesinden gelmenin, hem milli kimliğin sunduğu medeniyetlerarası köprü kurma potansiyelini değerlendirmek, hem de tarihsel başarılarla kanıtlanmış uzlaşma modellerini referans almakla mümkün olabileceğini ortaya koymaktadır. Yazıda ele alınan İngiltere, Avrupa ve Japonya örnekleri, toplumsal birliktelik ve ortak hedeflere odaklanmanın ekonomik ve sosyal kalkınma için ne denli belirleyici olduğunu açıkça göstermektedir. Türkiye’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşu ve Kurtuluş Savaşı gibi dönemlerde sergilediği “milyonları kucaklama” kapasitesi, bu ülkenin genetik kodunda uzlaşma potansiyelinin var olduğunu düşündürmektedir. Ancak günümüzde laikler ve dindarlar, Türkler ve Kürtler arasındaki kutuplaşmanın, ülkenin kalkınma enerjisini tüketerek fakirliğe yol açtığı tespiti kritik öneme sahiptir.
Çalışmanın en özgün katkılarından biri, İslamiyet’in temel kaynakları olan Kur’an, Sünnet ve Maqasid al-Şeriat üzerinden modern laiklik ve evrensel değerlerle örtüşen ortak zeminleri somut kavramlarla (inanç özgürlüğü, anayasaya saygı, düşünce ve ifade özgürlüğü, bağımsız yargı, insan ve kadın hakları, demokrasi, gelecek nesillerin korunması, faizsiz finansman) işaret etmesidir. Özellikle ibadet özgürlüğü anlamında laikliğin Batı dayatması değil, İslamiyet’in özünde bulunan bir emir olduğu, Maqasid ilkelerinin bağımsız yargı ve insan haklarını gerekli kıldığı ve “iyiliği emret, kötülüğü yasakla” emrinin demokrasiye işaret ettiği argümanları, laik-dindar uzlaşması için güçlü teolojik ve felsefi temeller sunmaktadır.
Prof. Çizakça, bu üçüncü kucaklaşmayı kendi neslinin değil, genç neslin gerçekleştirebileceği çağrısında bulunarak, güçlü ve zengin bir ülke olmanın yolunun kucaklaşmadan geçtiğini bir kez daha vurgulamaktadır. Schiller’in “Sei umschlungen millionen!” (Ey milyonlar, kucaklaşın!) sözleriyle biten çalışma, genç Türklerle Kürtleri, genç dindarlarla laikleri bu tarihi sorumluluğu üstlenmeye davet etmektedir. Bu akademik metin, toplumsal barış ve kalkınma için milli kimliğin potansiyelini, tarihin derslerini ve dini metinlerin uzlaşmacı yorumlarını harmanlayarak, Türkiye’nin geleceği için kritik bir yol haritası sunmaktadır. Bu kavramsal çerçeve, güncel toplumsal sorunların çözümüne yönelik akademik tartışmalar ve politik stratejiler için sağlam bir başlangıç noktası oluşturmaktadır.