SERMAYE BİRİKİMİ VE ETKİN KULLANIMI
Sermaye, üretim faaliyetleri için gerekli olan hem maddi varlıkları (finansman, tesisler, ekipmanlar gibi) hem de maddi olmayan varlıkları (bilgi, beceri, marka değeri gibi) kapsar. Bu unsurların doğru bir şekilde sağlanması, yönetilmesi ve kullanılması, işletmelerin başarısı ve ekonomik büyüme için hayati önem taşır.
Sermayenin gelişimi, ekonomik büyümenin ve sosyal refahın önemli bir göstergesidir. Dolayısıyla ekonomik faaliyetlerin ve yatırım imkanlarının artması, girişimcilik faaliyetlerinin desteklenmesi, işletmelerin büyümesi ve inovasyonun teşvik edilmesi ile doğrudan ilişkilidir. Sermaye, ekonomik faaliyetlerin genişlemesini, işletmelerin büyümesini ve istihdam yaratılmasını destekleyerek toplumun refahını artırmaktadır.
Özellikle son yıllarda, dünya genelinde sermayenin gelişimi, finansal teknoloji alanındaki gelişmeler ve yenilikler sayesinde hızlanmıştır. Fintech şirketleri, dijital ödeme sistemleri ve online yatırım platformları gibi girişimler, geleneksel finansal hizmetlerin sınırlarını zorlamakta ve sermayenin daha hızlı ve kolay bir şekilde hareket etmesini sağlamaktadır. Gelişmekte olan ülkelerde, sermayenin gelişimi, yoksulluğun azaltılması ve sosyal refahın artırılması için kritik bir faktördür. Bu ülkelerde, finansal hizmetlerin yaygınlaştırılması ve Mikrofinans kuruluşları gibi girişimler, sermayenin daha geniş bir kesim tarafından kullanılmasını sağlamaktadır.
Kapitalist ekonomi düzeni, sermaye birikimi ile sıkı bir ilişki içindedir ve bu ilişki kapitalizmin temel dinamiklerinden birini oluşturmaktadır. Kapitalizmin temel amacı, sermaye birikimini artırmak ve ekonomik büyümeyi teşvik etmektir. Ancak, bu sermaye birikimi sürecinin sonuçları arasında gelir eşitsizlikleri, kaynakların sürdürülebilirliği, sosyal adalet gibi konular da öne çıkmakta, sermaye birikimi teşvik edilirken bu süreçle ilgili ortaya çıkan sosyal ve çevresel sorunlarla başa çıkma zorluğunu da beraberinde getirmektedir.
Thomas Piketty‘nin “Kapital” adlı kitabında sermayenin getiri oranı ile büyüme oranı arasındaki ilişki önemli bir konsepttir. Piketty, bu konuyu “kapitalizmin temel eğilimleri” olarak ele alır ve sermaye birikiminin uzun vadeli ekonomik eşitsizliklere nasıl katkıda bulunduğunu tartışır.
Piketty’ye göre, sermayenin getiri oranı (r), ekonomik büyüme oranını (g) aşmaktadır. Yani, sermaye sahipleri sermayelerini yatırıma dönüştürdüklerinde, elde ettikleri getiri oranı, ekonomik büyüme hızından daha yüksektir. Bu durum, sermaye sahiplerinin servetlerini artırmasına ve gelir eşitsizliğinin büyümesine yol açmaktadır. Sermayenin getiri oranının büyüme oranını aşması, servetin daha hızlı bir şekilde birikmesine ve zenginliklerin daha da yoğunlaşmasına neden olmaktadır. Bu durum, toplumda gelir eşitsizliğinin artmasına ve sosyal adaletsizliklere yol açmaktadır. Bu tez, sermayenin getiri oranının genellikle yatırım getirisini temsil ettiği ve büyüme oranının ekonominin genel büyüme hızını temsil ettiği bir çerçeve içinde açıklanır.
Eğer sermayenin getiri oranı büyüme oranından daha hızlı artarsa, sermaye sahipleri varlıklarını daha hızlı bir şekilde biriktirebilir ve bu da toplumsal eşitsizlikleri derinleştirebilir. Piketty, sermaye birikiminin ekonomik eşitsizliklere nasıl katkıda bulunduğunu anlamak için bu faktörlerin dikkate alınması gerektiğini vurgular.
SERMAYE BİRİKİMİ
Sermaye birikimi, ekonominin genişlemesi ve büyümesi için temel bir itici güçtür. Ancak, sermaye birikimi sadece niceliksel bir artışı ifade etmez; aynı zamanda bu birikimin kalitesi ve etkin kullanımı da kritiktir. Kaynakların etkin kullanımı, sermayenin doğru alanlara yönlendirilmesi, verimli iş süreçlerinin benimsenmesi, inovasyon ve teknolojik gelişmelere yapılan yatırımlar gibi unsurları içerir. Sermaye birikimi ve kaynakların etkin kullanımı arasındaki ilişki, ekonomik büyüme, sürdürülebilirlik ve toplumsal refah açısından önemli bir bağlam sunmaktadır. Sermaye birikimi, genellikle finansal ve fiziksel varlıkların biriktirilmesini ifade ederken, kaynakların etkin kullanımı, bu birikimi optimize etmek ve ekonomik faaliyetleri en verimli şekilde gerçekleştirmek anlamına gelmektedir.
Ayrıca, sermaye birikimi ve kaynakların etkin kullanımı arasındaki ilişki, sadece ekonomik büyümeyi değil, aynı zamanda gelir dağılımı, istihdam ve çevresel sürdürülebilirlik gibi faktörleri de etkilemektedir. Bu bağlamda, sermayenin birikimi ve kaynakların etkin kullanımı, toplumların uzun vadeli refahını ve sürdürülebilir kalkınmasını etkileyen önemli unsurları temsil etmektedir.
Sermaye birikimi, ekonomik büyümeyi desteklemekte ise de bu birikimin etkin bir şekilde kullanılmadığı durumlarda istenilen verim ve sürdürülebilirlik elde edilememektedir. Sadece fiziksel sermaye birikimi yapmak, kaynakların etkin kullanımını sağlamak için yeterli değildir. Bu birikimin etkili bir şekilde kullanılabilmesi için eğitim, araştırma ve geliştirme, altyapı iyileştirmeleri gibi faktörlere de yatırım yapmak gereklidir.
Nüfus ve üretim giderek artmaya başladığından bu yana toprak diğer mallara kıyasla çok daha kıt bir duruma gelmektedir. Nüfus ve üretim arttıkça, toprak kaynakları da artan bir talep ile karşı karşıya kalmaktadır. Ancak, toprak kaynaklarının sınırlı olduğu göz önüne alındığında, verimli kullanımı ve korunması son derece önemlidir. Bu bağlamda, etkin olarak kullanmak zorunda olduğumuz en önemli kaynak finansal sermayenin yanında sürdürülebilir toprak yönetimidir.
Toprak kaynaklarının sınırlı olması, sermayenin üzerinde çeşitli etkiler doğurmaktadır. Bu durumda, anahtar konu sürdürülebilirlik ve kaynak yönetimidir. Toprak kaynaklarının sınırlı olması, tarım, endüstri ve diğer sektörlerde faaliyet gösteren işletmelerin, bu sınırlı kaynakları daha etkili ve sürdürülebilir bir şekilde kullanma ihtiyacını ortaya çıkarmaktadır. Arazi kaynaklarımızın sürdürülebilir yönetimini sağlamak için, özellikle tarım olmak üzere, ekonomik faaliyetlerin oluşturduğu baskının önemli ölçüde azaltılması daha çok konuşulur hale gelmiştir. Küresel olarak beslenme düzenlerinde ve gıda atıklarında önemli ölçüde değişiklik ve azalma meydana gelmedikçe sürdürülebilir tarım sağlamak oldukça zordur.
Toprak kaynakları sınırlı olduğunda, artan nüfus ve üretim talepleriyle birlikte toprak kaynakları üzerinde rekabet ortaya çıkmaktadır. Sınırlı toprak kaynaklarına olan talep, arazi fiyatlarının artmasına ve toprak edinme maliyetlerinin yükselmesine neden olabilmektedir. Bu durumda, toprak kaynaklarının verimli kullanımı ve korunması için daha fazla sermaye yatırımı ve stratejiler gerekebilmektedir.
Dünyada giderek daha kıt hale gelecek olan bu kaynağın fiyatı sürekli artmaktadır. Fiyat sistemi, modern ekonomik sistemin temel taşlarından biridir ve günümüz küresel ekonomisinde milyarlarca bireyin faaliyetlerini düzenlemek gibi önemli bir role sahiptir. Fiyatlar, üretim, tüketim ve yatırım kararlarının alınmasında kullanılan önemli bir araçtır. Problem ise bu sistemin ne sınır ne de ahlâk tanımasıdır. Bu nedenle, fiyat sistemi yalnızca bir araç olarak ele alınmalıdır ve ekonomik aktivitelerin sadece fiyatlar üzerinden yönetilmesi yeterli değildir. Etik değerler, sosyal adalet, çevresel sürdürülebilirlik gibi faktörler de dikkate alınmalıdır. Toplumsal fayda, ekonomik büyüme ve çevre koruması arasında bir denge kurulmalıdır.
Fiyat sistemi görüşü, Nobel Ekonomi Ödülü sahibi olan ve ekonomi üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen Friedrich Hayek’e aittir. Avusturyalı bir ekonomist ve politika filozofu olan Hayek, serbest piyasa ekonomisi savunucusu olarak bilinmektedir. “Fiyat Sistemi ve Ekonomik İletişim” (1945) adlı makalesinde ve “Yol Ayrımında” (1944) adlı eserinde fiyatların ekonomik sistemin işleyişindeki kritik rolünü vurgulamıştır. O’na göre, fiyatlar, ekonomik kaynakların etkili bir şekilde tahsis edilmesinde ve ekonomik aktörler arasında bilgi iletiminde önemli bir role sahiptir. Fiyat sistemi, piyasadaki arz ve talep dinamikleri tarafından belirlenen birçok fiyatın etkileşimine dayanır.
Fiyatlar, ekonomik bir mal veya hizmetin değerini yansıtır. Bu değer hem üretici hem de tüketicinin kaynakları etkili bir şekilde kullanması açısından kritiktir. Hayek’e göre, fiyatlar, piyasa katılımcılarına, hangi mal veya hizmetin daha fazla talep gördüğü veya üretimde daha maliyetli olduğu konusunda önemli bilgiler sağlar.
Bu görüş, serbest piyasa ekonomisinin, merkezi planlı ekonomilere göre daha esnek ve verimli olduğunu savunmaktadır. Fiyatların serbestçe belirlendiği bir ekonomik sistemde, ekonomik ajanlar arasında sürekli bir bilgi iletimi ve uyum sağlanabilmektedir. Bu, kaynakların en etkili şekilde tahsis edilmesini ve ekonominin daha etkin çalışmasını sağlayabilmektedir.
Ricardo’nun sermayenin fiyatı ve kıtlık prensibi üzerine geliştirdiği modeli temel alan Marks, sermayenin öncelikle toprağa dayalı değil, endüstriyel olduğu (makine, teçhizat vb.) ve dolayısıyla prensipte sınırsızca birikebildiği bir dünyada sermayenin dinamiklerini analiz ederek daha ileri götürmüş ve sonsuz birikim prensibi olarak adlandırdığı, sermayenin hiçbir doğal sınırı tanımaksızın birikme ve çok az kişinin elinde yoğunlaşma konusunda amansız bir eğilime sahip olduğu sonucuna ulaşmıştır.
Sermaye birikiminin konuşulmaya başlandığı tarihlerden veya Sanayi devriminden bu yana bu birikimdeki eşitsizlikleri azaltan tek güç arada yaşanan büyük şoklar yani savaşlar olmuştur. 1900-1910 ile 1950-1960 arasında gelişmiş ülkelerde eşitsizlikle gözlemlenen azalma her şeyden önce savaşların ve bu şokların ertesinde devreye giren kamu politikalarının bir eseri olmuştur.
Eşitsizlikleri azaltmaya yönelik mekanizmaların başında bilginin yayılımı ile becerilere ve eğitime yapılan yatırımlar gelmektedir. Yakınsama kuvveti olarak nitelendirebileceğimiz bu süreç, serbest ticaret tarafından teşvik edilmiş olsa da bu aslında piyasanın işleyişiyle değil, tam anlamıyla kamu malı olan bilginin dağılımı ve paylaşımıyla ilgili bir meseledir. Bu varsayımı beşerî sermayenin yükselişi olarak adlandırabiliriz. Teknolojik rasyonalitedeki ilerleme otomatik olarak beşerî sermayenin finansal sermaye ve gayrimenkul sermayesine karşı, yetenekli kadroların da hissedarlara karşı kazanmasını sağlayacaktır.
Dolayısıyla, eşitsizlikleri azaltmak için hem eğitim ve beceri yatırımlarına hem de serbest ticaret politikalarına ihtiyaç vardır. Ancak, bilginin yayılımı ve paylaşımı bu süreçte kritik bir rol oynar. Bilgiye erişim, insanların becerilerini ve bilgi seviyelerini artırmalarına yardımcı olur. Bu nedenle, bilgi ve teknolojik gelişmelerin toplumun genelinde yayılması için politika yapıcıların çaba göstermesi önemlidir.
Geçmişten gelen servet, üretim ve gelirdeki artıştan çok daha hızlı biçimde büyümektedir. Miras yoluyla servet ve sermaye edinen kişiler, elde ettikleri gelirin yalnızca bir bölümü saklayarak sermayelerinin ekonomiden daha hızlı büyümesini sağlayabilmektedirler. Bu koşullarda miras yoluyla elde edilmiş servet yaşam süresince çalışarak elde edilen sermayeden daha baskın hale gelmekte ve sermayedeki yoğunlaşma da modern demokratik kurumlarımızın temelini oluşturduğu sosyal adalet prensipleriyle ve meritokratik değerlerle potansiyel olarak uyuşmayacak bir seviyeye ulaşmaktadır.
Üretimin ücret ve kâr arasında, emeğin geliri ve sermayenin geliri arasında nasıl bölüştürüldüğü meselesi, paylaşım sorununun daima en öncelikli boyutunu teşkil etmiştir. Sermayenin mülkiyeti eşitlikçi bir şekilde dağıtılmış ve her işçi kendi ücretine ek olarak kârdan eşit pay almış olsaydı kâr paylaşımı/ücret sorunu neredeyse hiç kimsenin umurunda olmazdı. Sermaye-emek arasındaki bölüşümün bu kadar çatışmaya yol açması, öncelikle sermaye mülkiyetinin aşırı yoğunlaşmasından ileri gelmektedir. Tüm ülkelerde servet eşitsizlikleri ve bunun yol açtığı sermaye gelirlerindeki eşitsizlikler aslında, ücretlerdeki ve emeğin gelirindeki eşitsizliklerden daha büyüktür.
Dünyadaki büyümenin ve ülkeler arasındaki eşitsizliklerin tarih içinde geçirdiği değişimlerden çıkarılabilecek belli başlı ders, ülkeler arasında yakınsama sağlayan esas mekanizmanın yurt içinde olduğu gibi uluslararası seviyede de bilginin yaygınlaşması olduğunu göstermektedir. Yoksullar, zenginler ile aralarındaki mesafeyi aynı teknolojik bilgi, beceri ve eğitimi edinmeleri sayesinde kapatabilirler. Buna hız kazandıran unsur ise çoğu zaman ticari dışa açıklıktır. Bu süreç ise o ülkenin kendi nüfusunun eğitimine büyük çapta yatırımlar yapmasını sağlayacak finansmanı bulma, kamu kurumlarını seferber edebilme kapasitesine ve çeşitli aktörlere öngörülebilir bir yasal çerçeve güvencesi sunabilmesine bağlıdır.
KAYNAK: Kapital, Thomas Piketty, T. İş Bankası Kültür Yayınları