Giriş
Kamu yönetimi, tarihin her döneminde toplumsal düzenin, refahın ve istikrarın sağlanmasında merkezi bir rol oynamıştır. Modern yönetim teorileri, şeffaflık, hesap verebilirlik, etik davranış ve liyakat gibi kavramların önemini vurgularken, bu ilkelerin kökleri kadim medeniyetlerin yönetim pratiklerinde ve düşünsel miraslarında bulunabilir. İslam medeniyeti, özellikle erken dönemlerinde, adalet ve hakkaniyeti temel alan, liyakati esas alan ve yöneticileri sıkı etik denetim altında tutan özgün bir yönetim anlayışı geliştirmiştir.
Bu blog yazısı, İslam’ın ilk yıllarındaki yönetim pratiklerini, özellikle de Hz. Ömer dönemindeki adalet, liyakat ve etik ilkelerini detaylı bir biçimde incelemeyi amaçlamaktadır. Bu ilkelerin teorik temelleri, uygulamadaki yansımaları ve günümüz kamu yönetimine sunduğu evrensel dersler ele alınacaktır. Bu dönemdeki uygulamalar, yalnızca İslam tarihi için değil, aynı zamanda evrensel yönetim etiği ve kamu hizmeti anlayışı için de önemli bir model teşkil etmektedir.
İslam’da Adalet Kavramının Temelleri
Adalet, kelime anlamı olarak eşit olmak, eşit kılmak, denklik, denge, doğru davranmak ve hakka göre hüküm vermek demektir. Bir şeyi yerli yerince yapmak veya herkese ve her şeye hak ettiği şekilde davranmak adaletin özünü oluşturur. Adaletin zıddı ise, haksızlık yapmak ve doğru yoldan sapmak anlamına gelen zulüm kavramıdır. Kur’ân-ı Kerim’de adalet, inançta, sözde, fiil ve davranışlarda itidal (orta yol) manasında olup, aşırılıklardan kaçınmayı ifade eder. İslam toplumunun “vasat ümmet” olarak tanımlanması da bu adalet ve dengeli yaşam tarzı beklentisiyle ilişkilidir.
Adalet, İslam dininin hem birey hem de toplum düzeyinde üzerinde durduğu en temel hususlardan biridir. Kur’ân-ı Kerim’de adalet, Allah katında insanlara en üst düzeyde değer kazandıran kulluk bilincinin (takva) bir yansıması olarak zikredilir. Nitekim “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsizliğe itmesin. Adil olun. Takvaya en uygun olan budur” [Mâide 5/8] ve “Şüphesiz Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiğinizde de adaletle hükmetmenizi emreder” [Nisâ 4/58] gibi ayetler, adaletin kesin bir şekilde emredildiğini göstermektedir.
Hangi ortamda ve hangi sebeple olursa olsun adaletten ayrılmamak esastır; kişisel çıkarlar, akrabalık bağları veya zenginlik/fakirlik gibi durumlar adaletin önüne geçmemelidir. Bu ve benzeri ayetler, sadece mahkemelerde değil, tüm bireysel ve toplumsal ilişkilerdeki karar, yargı ve değerlendirmelerde adaletin ve hakkaniyetin temel ilke olması gerektiğini vurgular.
İslam’da iki ana adalet çeşidi ayırt edilir:
Tevzini (Denkleştirici) Adalet
Kişilerin eşit sayılması sonucunu doğuran adalettir. Kur’ân’da adaletle eş anlamlı olarak kullanılan “kıst” kelimesi bu manayı içerir. “Kıst” terimi, adalete göre daha somut olup, uygulamada hakkaniyeti ve çifte standardın, kayırmacılığın karşıtı olarak belirli bir ölçüyü esas almayı ifade eder. Bu prensip, kanunların eşit şekilde uygulanmasını gerektirir ve kanun önünde eşitlik ilkesi buradan doğar. Hz. Peygamber’in hırsızlık yapan Kureyşli bir kadın için “Kızım Fâtıma dahi bu hırsızlığı yapmış olsaydı onu da cezalandırırdım” [Buhârî, “Hudûd”, 11] buyurması, bu ilkeye verilen önemi açıkça gösterir.
Tevzii (Dağıtıcı) Adalet
Herkese hak ettiğini vermek, dağıtım sırasında kişilerin katkı ve yeteneklerini dikkate almaktır. Bu bağlamda adalet, verilen ile hak edilen arasındaki dengeyi ve oranı ifade eder. Hak-sorumluluk, nimet-külfet dengesi bu adalet düşüncesinin bir sonucudur. Burada eşitlik değil, denge esastır; diyet ve tazminat gibi hukuki düzenlemelerde ve suç ile ceza arasındaki dengede bu anlayış gözetilir.
Sosyal adalet de İslam’ın önem verdiği hususlardandır. İslami anlayışta mülkün esasta Allah’a ait olması ve fakir/muhtaçlara zekât, sadaka gibi yollarla yardım emredilmesi, insanın temel ihtiyaçlarının temininde sosyal adaletin gözetildiğini gösterir. Sosyal adalet anlayışında da ölçü eşitlik değil, dengedir. Sonuç olarak, adalet hem bireyin dengeli, ahlaklı ve erdemli bir kişiliğe sahip olmasını amaçlar hem de toplum hayatında birliği, beraberliği gözetmek, zulmü ortadan kaldırmak ve toplumsal barışı sağlamak gayesindedir. Nitekim “Adalet mülkün temelidir” sözü de bu gerçeği ifade eder. Kur’ân’a göre Allah mutlak ve hakiki adalet sahibidir; O, hiç kimseye zulmetmez ve herkese hak ettiği şekilde muamele eder.
Hz. Muhammed ve İlk Dönem İslam Yönetiminin Temelleri
İslam tarihinde idari düzen kurma çalışmaları, Hz. Muhammed’in Medine’ye hicretiyle başlamıştır. Bu dönemde, hakların korunmasında belirleyici unsur tarafların kuvvet ve nüfuzu değil, Kur’ân’ın emri olan adaletti. Böylece insanları Allah önünde eşit kabul eden ve üstünlüğü hakkı titizlikle gözetip iyi insan olmaya bağlayan bir anlayış yerleştirilmiştir.
Hz. Muhammed, Medine’de oluşmaya başlayan idari düzende görev alacak kimseler için liyakat ve kabiliyeti esas almış, herkese yeteneği ve gayreti çerçevesinde görev vermiştir. Ehil olmayan kişilerin göreve getirilmesini kıyamet alameti olarak görmüş ve “Kim Müslümanların bir işini üstlenip de kendisine duyduğu sevgi sebebiyle (liyakatsız) birini onların başına getirirse Allah’ın laneti onun üzerine olsun” sözleriyle bu konudaki hassasiyetini belirtmiştir. Sevdiği birisi bile olsa, ehil olmayan birini herhangi bir göreve tayin etmemiş, hatta sahabelerden Ebû Zer el-Gıfârî ve amcası Abbas’ın görev taleplerini, sorumluluğu taşıyamayacakları gerekçesiyle kabul etmemiştir.
Rasulullah, yönetici ile yönetilenler arasındaki engelleri kaldırma konusunda kararlıydı. “Kim Müslümanların işini üstlenir de sonra yoksullara, haksızlığa uğrayanlara ve ihtiyaç sahiplerine kapısını kapatırsa Allah da onun ihtiyacına karşı rahmet kapılarını kapatır” sözleri, yöneticilerin halkla iç içe olması gerektiğine işaret eder. İdari işlerle görevlendirdiği kimselerin kifayetsiz, muhteris ve katı mizaçlı olmamasına dikkat etmiş, maddi menfaat sağlamalarına şiddetle karşı çıkmış ve onları sıkı bir şekilde kontrol etmiştir. Görevlilere mesken, hizmetçi ödeneği ve binek sağlamış, ancak en ufak bir şeyi bile zimmetine geçirmenin kıyamet gününde hırsızlık olarak karşısına çıkarılacağını ifade etmiştir. Hz. Peygamber döneminde uygulamaya konulan idari yönetim tarzı, insan unsurunu öne çıkaran, hakkı esas alan bir yönetim tarzıydı.
Hz. Ömer Dönemi Yönetim Politikası ve Teşkilatlanması
Hz. Ömer’in halifeliği, devletin adalet ölçülerine bağlı olduğu ve uygulamaların hesabının verileceği bilincinin hâkim olduğu bir dönemdir. Hz. Ömer, sıradan insanlar gibi yaşamış, her şeyi bilen bir tavır sergilememiş, devlet malına emanet olarak davranmış, yönetimde akrabalara yer vermemiş ve halka saygı gösteren yöneticilerle çalışmıştır. Onun döneminde tüm görevliler kapılarını halka açmak zorundaydı. O, yönettiği insanları korur ve onların yararına olacak şeyleri sever, huzur ve düzeni bozan şeylerle mücadele ederdi. Hangi dinden olursa olsun, halkın menfaatlerine ve emeklerine saygı gösteren şeffaf ve hesap vermekten çekinmeyen bir yöneticiydi. Onun bu yapısı hem Müslümanların hem de Müslüman olmayanların gönüllerini fethetmesini sağlamıştır.
Hz. Ömer’in liderlik anlayışı, halife olduktan sonraki ilk konuşmasında adeta bir manifesto niteliğindedir: “Ben Müslümanım ve Allah’ın kullarından zayıf bir kulum. Sadece Allah’ın yardım ettiği kişi zayıf değildir. Başınıza yönetici olmam ahlakımdan hiçbir şey değiştirmeyecek… Bir kişiye zulmedersem onun hakkını kendim veririm. Huzurunuza getirir ve gerekçemi size açıklarım… Aranızda herhangi biri benden davacı olursa hakkımızda karar verme yetkisini sizden bir kişiye vereceğim ve bu kişinin de hükmüne boyun eğeceğim…
İnsanlar arasında karar verirken adaletten ayrılıp tarafgirlik, kayırma ve keyfilik yapmam… Vazifeye sadece Müslümanlara (halka) saygı gösterenlere vereceğim. Bu kişiler diğerlerinden daha fazla bu göreve layıktır”. Bu metin, Hz. Ömer döneminin her yönüyle adalete uygun olacağını, adaleti uygulama ve hakkı yerine getirme konusunda kimseye taviz verilmeyeceğini bir ön garanti olarak sunmaktadır.
İdari Yapılandırma ve Valiler: Hz. Ömer döneminde fetihlerle genişleyen ülke sınırları nedeniyle yeni bir idari taksimat zorunlu hale gelmiştir. Irak’ta Basra ve Kûfe’de, Mısır’da ise Fustat’ta ordugâh şehirler tesis ederek önemli yerleşim merkezleri haline getirmiştir. Suriye, İfrikiyye (Kuzey Afrika) ve Irak’ı farklı idari bölgelere ayırmıştır. Valiler genellikle askeri otoritenin sağlanması ve vergilerin toplanmasıyla ilgilenirken, toprakların işletilmesi yerli halka bırakılırdı. Valiler, aynı zamanda ordunun başkumandanlığını yürütüyor, bazen de kadılık ve imamlık görevlerini ifa ediyorlardı.
Görevli Tayininde Liyakat ve Nepotizmle Mücadele: Hz. Ömer’in görevli tayinindeki en temel kriteri ehliyet ve liyakatti. “Kim ki bir adamı sırf sevdiği veya yakın akrabası olduğu için kamu görevine tayin ederse Allaha, Rasul’üne ve müminlere hainlik yapmış olur” sözü onun bu konudaki net tutumunu yansıtır. Hilafeti boyunca kendi kabilesi Adiy’den kimseyi vali, vergi memuru veya kadı olarak tayin etmemiştir. O, devlet işlerini kabilelerin tasallutundan korumuş ve kendi akrabalarına dahi öncelik tanımamıştır. Hatta oğlu Abdullah’ın halife adayı gösterilmesini dahi ehliyetli olmadığı gerekçesiyle reddetmiştir.
Denetim ve Hesap Verebilirlik: Hz. Ömer, atadığı valileri sıkı bir şekilde teftiş ederdi. Valiler atandıkları göreve gitmeden önce mal varlıkları kayıt altına alınır, görevleri sona erdiğinde veya görevden alındıktan sonra mal varlıklarındaki artışlar sorgulanırdı. Olağan dışı artış olan valiler ya görevden alınır ya da mallarına el konulurdu. Kamu görevlilerinin ticaret veya başka bir işle uğraşmaları da suiistimali önlemek amacıyla yasaklanmıştır. Her yıl hac mevsiminde halkla idarecileri yüzleştirerek sorunları bizzat yerinde çözmek suretiyle önemli bir denetim ilkesini hayata geçirmiştir. Ayrıca, halkın şikayetlerini dikkatle incelemiş, hakkında şikâyet bulunan valiyi sorgulamış ve gerektiğinde görevden almıştır.
İstişare ve Eleştiriye Açıklık: Hz. Ömer, görevlendirme konusunda yetkili olmasına rağmen çoğu zaman istişare yöntemini kullanmıştır. İstişare ekibinde Hz. Ali, Hz. Osman, Zeyd b. Sabit gibi önde gelen sahabeler bulunurdu, hatta gerektiğinde Müslüman olmayanların görüşlerine de başvurulduğu belirtilmektedir. O, eleştiriye açık bir yöneticiydi. “Bana insanların en sevimlisi, ayıplarımı ortaya çıkarıp önüme koyandır” diyerek, halkı gerçeği ifade etmeye cesaretlendirmiştir. Yüzüne hatalarını söyleyeni azarlamaz, aksine eleştiride haklılık payı varsa düzeltmeye çalışmıştır.
Halka Yaklaşım ve Sosyal Adalet: Hz. Ömer, yönettiği insanları korur ve onların yararına olacak şeyleri severdi. Kıtlık yılında halkın açlıktan hırsızlık yapabileceğini düşünerek el kesme cezasını kaldırmış, piyasa fiyatlarına müdahale etmiş ve halka yönelik politikalarında günün koşullarını ve insan unsurunu ön plana çıkarmıştır. Yaşlı ve ama bir Gayrimüslimi dilenirken gördüğünde, cizye ödemek zorunda kalması nedeniyle bu duruma düştüğünü öğrenince, ondan cizyeyi kaldırmış ve beytülmalden maaş bağlamıştır. Valilerine, halka zulmetmemeleri, haklarını vermeleri ve kapılarını kapatmamaları konusunda talimatlar vermiştir. Muhtaç durumdaki insanların ihtiyaçlarını gizlice gidermeye çalışırdı.
Mali Yönetim ve Maaşlar: Hz. Ömer döneminde, devlet hazinesi (Beytülmal) kurulmuş ve gelirlerdeki artışla birlikte düzenli maaş sistemleri oluşturulmuştur. Devlet görevlilerine ve Müslümanlara düzenli maaşlar ve erzak dağıtılmıştır. Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir’in eşit maaş dağıtımı yönteminden farklı olarak, İslam’a giriş derecelerine göre bir ayrım yapmış ve “Ben asla, Rasûlullah’a karşı savaşanla onun yanında savaşanı bir tutmam” demiştir. Kendisi ise devlet malından yetim malı gibi hassasiyetle kaçınmış, sade bir hayat sürmüş ve hatta borçlu olarak vefat etmiştir.
Kamu Yönetimi ve Yargıda Etik İlkeler
Kamu görevlilerinin etik düşüncesi ve ahlaki davranışı, bir ülkenin işlerinin yolunda gitmesi, ekonomik ve sosyal kalkınmanın sağlanması için esastır. Etik, sadece insana özgü bir kavram olup, insanın özgürlüğünü çevreleyerek onu yönetir; aynı zamanda kamu yararı çerçevesinde kurumsal eylem ve işlemleri yönlendirip toplumsal yararlılığı sağlar. Etik, ahlaki davranışlara rehberlik eden bir düşünce sistemidir. Ahlak ise, iyiliğe varılması için insanın uymaya kendini mecbur hissettiği manevi ve ruhi görevler ve bunlara ilişkin kurallar biçiminde tanımlanabilir. Etik (kuram) ve ahlak (uygulama) kavramları birbirini tamamlar.
Kamu Görevlisinin Ahlaki Yükümlülükleri: Kamu görevlileri, anayasa başta olmak üzere kanun, tüzük ve diğer mevzuata uygun olarak kamusal faaliyetleri yapmakla yükümlüdürler. Tüm bu mevzuatın dayandığı ana ilke kamu yararının egemen kılınmasıdır. Kamu görevlileri, kişisel çıkarları için değil, kamu yararı için çalışmak durumundadırlar. Ahlaka aykırı davranışlar arasında yolsuzluk, rüşvet, zimmete para geçirme, kayırmacılık, ayrımcılık, yetkiyi kötüye kullanma ve yalan söyleme gibi sapma davranışları yer alır. Kamu görevlileri, yasa dışı veya ahlak dışı eylemlere girmemeli, başkalarını bunlara katmamalı, kişisel kazanç veya güç artırmak için konumlarını kullanmamalı, toplumsal sorunlara kişisel yarar açısından bakmamalıdır. Aksine, dürüstlük, doğruluk, sadakat, adil olma, başkalarına yardım, başkalarına saygı gösterme, sorumlu vatandaşlık ve hesap verebilirlik gibi ahlaki ilkelere uymalıdırlar.
Yargıda Etik İlkeler: Yargı için etik ilkelerin belirlenmesi, tarih boyunca tüm hukuk sistemleri için en önemli önceliklerden biri olmuştur. Temel amaç, yargısal süreçlerin adil, tarafsız ve etkili bir şekilde yürütülmesi yoluyla adalete olan güvenin korunmasıdır. İslam hukukunda da adalete büyük önem verilmiş, hakimlerin uyması gereken ahlaki davranış kalıpları belirlenmiştir. Buna göre, hâkim işinin ehli, tarafsız, bağımsız, adil, dürüst ve güvenilir olmalı ve toplum tarafından da bu şekilde algılanmalıdır.
- Bağımsızlık: Yargı bağımsızlığı, hakimlerin kararını etkileyebilecek her türlü dış etkiden (yasama, yürütme, idare, davanın tarafları, baskı grupları, medya ve kamuoyu) uzak kalması anlamına gelir. İslam hukukunda yargı bağımsızlığı, Kur’ân hükümlerine ve Hz. Peygamber’in uygulamalarına dayanmaktadır. Hakimlerin hür olması, vicdani kanaatlerine göre karar verebilmeleri için maddi kaygı ve sıkıntılardan uzak olmaları da bağımsızlığın teminatıdır. Devlet başkanı dahil hiçbir gücün yargısal görev sırasında hâkime müdahalesi uygun görülmemiştir. Hz. Ömer’in halkın şikâyeti üzerine bazı valileri görevden aldığı bilinmesine rağmen, hiçbir hâkimi azlettiği vaki değildir; şikayetleri bizzat kendisi tetkik etmiş ve diğer hakimlerin fikirlerini alarak karara bağlamıştır.
- Tarafsızlık: Yargı bağımsızlığı tarafsız olmanın ön koşuludur, ancak tek başına yeterli değildir. Tarafsızlık, hâkimin yargılama faaliyetini yürütürken kendi zihnindeki önyargılardan kurtulup, yürürlükteki mevzuatı somut olaya uygulamasını ifade eder. Hâkim, davanın taraflarından herhangi birine karşı lehine veya aleyhine bir ön kabul veya önyargı taşımamalıdır. Karar verirken kin ve öfke ile hareket etmemeli, gerçeği saptırmamalı, kişisel tercih ve isteklerine göre davranmamalıdır. Rüşvet alma, hediye kabul etme, ticaret yapma, aşırı sosyalleşme, konuşurken ciddiyetten uzaklaşma, öfke gibi zihni melekeleri etkileyecek duygulara yenik düşme gibi davranışlardan kaçınılması tavsiye edilmiştir. İslam hukukuna göre, akrabalık, iş ortaklığı gibi tarafsızlığı zedeleyecek durumlarda hâkimin davalara bakması yasaklanmıştır. Hz. Ömer’in Kadı Ebu Musa El Eş’ari’ye gönderdiği mektup, tarafsızlık ve adil yargılama ilkelerini detaylandıran önemli bir belgedir.
- Doğruluk, Tutarlılık ve Dürüstlük: Hâkim hem özel hayatında hem de mahkeme ortamında her türlü yanlış işten uzak durmalı, yaşam tarzı ve yargılama sırasında sergilediği tavırlarla adil, dürüst ve tutarlı olmalı ve kamuoyu tarafından da bu şekilde algılanmalıdır. Hakimlik mesleği için doğruluk ve dürüstlük bir erdem değil, bir gerekliliktir. Bu, hâkimin iffetli olması, tamahkar olmaması, adaletinden şüphe duyulmasına yol açacak fiil ve davranışlarda bulunmaması beklentisini içerir. Toplum içinde güvenilir ve emin bir kişi olarak tanınmayan kişilerin şahitliği kabul edilmemiştir.
- Eşitlik: Hâkim, toplumdaki ırk, renk, cinsiyet, din, yaş, sosyal ve ekonomik durum gibi farklılıkların bilincinde olmalı, ancak yargılama faaliyetini yürütürken kimseye karşı önyargı veya sempati beslememelidir. Hz. Peygamber, insanların tarağın dişleri gibi eşit olduğunu ifade etmiş, yasa karşısında durumu aynı olanlara farklı muamele yapılmasını yasaklamıştır. Mahkeme önünde zengin-fakir, kadın-erkek, güçlü-zayıf, sultan-reaya, yerli-yabancı her insana eşit şekilde muamele edilmesi esastır. Hz. Peygamber’in hırsızlık suçundan getirilen asil bir aileye mensup bir kişinin cezalandırılmaması talebini reddetmesi ve kendi öz kızı Fatıma dahi olsa aynı hükmü uygulayacağını belirtmesi bu eşitlik ilkesinin en çarpıcı örneklerindendir. Hz. Ömer’in kendi aleyhine açılan bir davada Kadı Zeyd b. Sabit’e “Taraf tutmanın ilk belirtisi budur! Devlet başkanı ile bir başkası senin nazarında eşit değil ise, sen hakimlik makamına uygun değilsin” diyerek uyarıda bulunması, adalette eşitliğe verdiği önemi gösterir. Hz. Ali’nin de kendi aleyhine açılan davada mahkemede eşit şartlarda yargılanmayı kabul etmesi, bu anlayışın bir başka örneğidir.
- Ehliyet ve Liyakat: Hâkim, cehaletten bağımsız olmalı, hukuk bilgisine sahip, alanında yetkin ve liyakatli olmalıdır. Ehliyet ve liyakat, sadece bilgi birikimiyle değil, aynı zamanda yargılama sürecindeki tutum ve davranışları, etik ilkelere duyarlılığı, temel hakların tanınması ve duruşmaların zamanında başlaması gibi hususlara dikkat etmesiyle de sergilenmelidir. Emanetlerin ehliyetli ve liyakatli kimselere teslim edilmesi ilahi bir düstur olup, toplumda en nitelikli kişilerin hâkim olarak atanması için gayret gösterilmiştir. Hz. Ömer, liyakatli olmadığı halde sırf yakınlığından veya sevgisinden dolayı birini hakimliğe atayanın, Allah’a, Resulü’ne ve müminlere ihanet etmiş olacağını belirtmiştir. Mecelle’ye göre hâkim; doğru hüküm verebilen (hakîm), dürüst (müstakim), güvenilir (emin), sağlam kişilikli (mekin) ve sağlam iradeli (metin) olmalıdır.
Sonuç
Erken İslam dönemi yönetim anlayışı, özellikle Hz. Ömer’in halifeliği ile birlikte, evrensel yönetim ilkeleri açısından zengin ve ilham verici bir miras bırakmıştır. Bu dönemde benimsenen ve tavizsiz uygulanan adalet, liyakat, hesap verebilirlik ve etik değerler, günümüz kamu yönetimine önemli dersler sunmaktadır. Adalet, mülkün temeli olarak kabul edilmiş, yöneticilerin ve yargı mensuplarının her türlü dış etkiden bağımsız ve tarafsız olması temel bir gereklilik sayılmıştır. Hz. Peygamber’den başlayarak Hz. Ömer tarafından zirveye taşınan liyakat ilkesi, görevlendirmelerde kişisel bağların değil, yetkinliğin öncelenmesini sağlamıştır. Bu sayede, devlet kademelerinde ehil olmayan kişilerin önüne geçilmiş, yönetimde şeffaflık ve güven ortamı tesis edilmiştir.
Hz. Ömer’in kendi yaşamında sergilediği tevazu, devlet malına karşı titizlik, halkın eleştirilerine açık olması ve istişareye verdiği önem, yöneticiler için örnek teşkil eden ahlaki bir duruşu ortaya koymuştur. Sosyal adalet anlayışıyla, halkın temel ihtiyaçlarının karşılanmasına, zayıfların ve muhtaçların korunmasına büyük özen gösterilmiştir. Bu kapsamlı ve insan odaklı yönetim anlayışı, farklı ırk ve dinden geniş halk yığınlarını kapsayan büyük bir devletin sorunsuz bir şekilde idare edilmesine olanak sağlamıştır.
Günümüzde de kamu yönetiminin karşılaştığı yolsuzluk, kayırmacılık ve güven eksikliği gibi sorunların çözümü için erken İslam döneminin bu ilkeleri yol gösterici niteliktedir. “İnsan ancak çabasının sonucunu elde eder” [Necm Suresi-39] ayeti ile desteklenen liyakat ilkesi, hakkaniyetli bir rekabet ortamının yaratılmasının ve kamu hizmetlerinin kalitesinin artırılmasının temelini oluşturur. Bu tarihi miras, etik bir kamu yönetimi inşa etme hedefindeki tüm toplumlar için güncelliğini ve değerini korumaktadır.