JAPONYA VE TÜRKİYE ARASINDAKİ DERİN BAĞ: TARİHSEL KÖKLER VE ÇAĞDAŞ PERSPEKTİFLER
Giriş: Uzak Doğu’nun Gizemli Gücü Japonya ve Türkiye‘nin Kesişen Yolları
Türkiye ve Japon tarih bağı her iki taraf için de duygusal unsurlar içerir. Uzak Doğu’nun kendine özgü coğrafyası ve kadim kültürüyle her zaman dikkat çekici bir ülke olan Japonya, modernleşme sürecindeki başarısıyla akademik çevrelerde sıklıkla incelenen bir olgu olmuştur. Çin’in kültürel etkisinden muaf olmamasına rağmen, Japonya bu etkiyi özgün yaşam biçimiyle harmanlayarak taklitten öte, benzersiz bir medeniyet inşa etmiştir. Çok sayıda adadan oluşan ve köklü bir feodal geleneğe sahip bu ülkenin modernleşmesi Meiji Dönemi ile birlikte ivme kazanmış ve devletin merkezileşmesi de bu döneme rastlamıştır. Bu blog yazısında, Japonya’nın kamu yönetimi yapısı ve siyasal kültürünün özgün yanları incelenirken, Türkiye ile olan tarihi ve güncel ilişkilerine de ışık tutulacaktır.
Japon Siyasal Kültürünün Temel Taşları ve Tarihsel Evrimi
Bir devleti anlamak, yalnızca hükümet sistemini ve yasama-yürütme organlarını incelemekle sınırlı değildir; toplumun karakteristik yapısı da devlet organlarına sirayet etmiş durumdadır. Japonya’nın bin yılı aşkın süren feodal geçmişi, toplumu katı bir şekilde sınıflandırmış ve bu durum, Japon milletinin zihinsel kalıplarını derinden etkilemiştir. Wa kavramı ile ifade edilen sosyal uyum ve enryo olarak adlandırılan nazik ve uyumlu davranış biçimi, Japon siyasal kültürünün temelini oluşturur. Üste itaatin neredeyse mutlak bir erdem olarak kabul gördüğü feodal dönem, günümüz Japon toplumunda da etkilerini sürdürmektedir.
Meiji Restorasyonu (1868-1912), Japonya’nın feodalizmden kapitalizme geçiş yaptığı ve merkezi yönetimin güçlendiği bir dönüm noktası olmuştur. “Zengin ulus, güçlü ordu” sloganıyla hareket eden Meiji yönetimi, Batı’nın teknolojik üstünlüğünü kabul ederek ülkeye transfer etmeye çalışmış, ancak Batı’nın yönetimsel değerlerine aynı ölçüde önem vermemiştir. 1889’da ilan edilen Meiji Anayasası, dönemin Alman Anayasası örnek alınarak hazırlanmış olup, İmparatoru kutsal ve dokunulmaz ilan etmiş ve geniş yetkilerle donatmıştır.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından büyük bir yıkım yaşayan Japonya, Müttefik Kuvvetler Yüksek Komutanlığı (GHQ) yönetimi altında yeniden yapılanmıştır. General MacArthur’un inisiyatifiyle hazırlanan 1947 Anayasası, Japon siyasi sisteminde köklü değişikliklere yol açmıştır. İmparatorun yetkileri sembolik düzeye indirilirken, egemenlik halka verilmiş ve savaş bir egemenlik hakkı olarak reddedilmiştir (9. madde). Bu anayasa, Japonya’nın askeri gücünü büyük ölçüde sınırlandırmış ve ülkenin “anayasal pasifizm” dönemine girmesine neden olmuştur.
Yumuşak Gücün Yükselişi ve Sert Güç Arayışları
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde askeri alanda sınırlamalara sahip olan Japonya, ekonomik kalkınma ve teknolojik ilerleme sayesinde dünya ekonomisinde önemli bir aktör haline gelmiştir. “Japon Mucizesi” olarak adlandırılan bu hızlı yükseliş, Japonya‘yı birçok gelişmekte olan ülke için bir model teşkil etmiştir. Batı’nınkinden farklı özgün kültürü, animasyonları, filmleri, mangaları, geleneksel sanatları ve dövüş sanatları gibi unsurlar Japonya’nın yumuşak gücünü önemli ölçüde artırmıştır.
Ancak Soğuk Savaş sonrası değişen jeopolitik konjonktür ve bölgesel tehditler (Kuzey Kore, Çin), Japonya’nın güvenlik algılamalarını değiştirmiş ve sert güç arayışlarına yönelmesine neden olmuştur. Anayasal kısıtlamalara rağmen, Japonya Öz Savunma Kuvvetleri‘ni (Jieitai) geliştirmiş, ABD ile olan güvenlik ittifakını güçlendirmiş ve bölgesel ortaklarla (Avustralya, Hindistan, ASEAN ülkeleri) savunma iş birliğini artırmıştır. Anayasanın 9. maddesinin değiştirilmesi yönündeki tartışmalar devam etse de Japonya fiili olarak askeri alanda “normalleşme” sürecine girmiştir.
Japon-Türk İlişkilerinin Tarihsel Seyri: Ortak Kader ve Karşılıklı İlgi
Japonya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyıldan önce doğrudan bir ilişkisi bulunmamakla birlikte, seyahatnameler ve coğrafya kitapları aracılığıyla birbirleri hakkında sınırlı bilgilere sahiptiler. 19. yüzyılda Batı güçlerinin etkisiyle kurulan dünya ticaret ve diplomasi sistemi, bu iki ülkeyi siyasi ve ekonomik şartlar doğrultusunda birbirine yaklaştırmıştır. Meiji Restorasyonu sonrası Japonya, Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkiler kurma arayışına girmiş ve Balkanlar ile Yakın Doğu’ya heyetler göndermiştir. Osmanlı Devleti de Japonya’nın modernleşme başarısını fark ederek bu Uzak Doğu ülkesiyle yakınlaşmanın Batı’ya karşı faydalı olabileceğini düşünmüştür.
İlk dönem Japon-Osmanlı ilişkilerinde en önemli gündem maddesi, Batılı güçlerin dayattığı kapitülasyon benzeri “eşitsiz antlaşmalar” sorunuydu. Japonya, Osmanlı İmparatorluğu’nun kapitülasyonist uygulamalarından ders çıkararak kendi antlaşmalarını düzeltme politikası izlemiştir. Ancak, Osmanlı Devleti, var olan kapitülasyonist ayrıcalıkları güçlendirecek yeni bir antlaşma imzalamaktan kaçınmıştır.
Japon-Türk ilişkilerinde bir dönüm noktası olan Ertuğrul Fırkateyni Faciası (1890), iki ülke halkı arasında derin bir sempati ve dostluk bağının oluşmasına neden olmuştur. Japon halkının gösterdiği yardımseverlik ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı büyük üzüntü, bu trajik olayı kalıcı bir dostluk simgesi haline getirmiştir. Bu dönemde Yamada Torajiro gibi isimler, Japon-Türk ilişkilerinin gelişmesinde önemli rol oynamışlardır.
1904-1905 Rus-Japon Savaşı, Osmanlı dünyasında büyük bir yankı uyandırmış ve Japonya’nın Rusya karşısındaki zaferi, hayranlık ve takdirle karşılanmıştır. Bu zafer, Osmanlı aydınları için Japon modernleşmesinin bir örneği olarak görülmüş ve Asyacılık düşüncesinin yayılmasına katkıda bulunmuştur. Ancak, Japon Dışişleri’nin (Gaimushh) değerlendirmelerine göre, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaş sırasındaki “dostane olmayan tarafsızlık politikası” ve antlaşma konusundaki çekinceleri, ilişkilerin istenilen düzeyde gelişmesini engellemiştir.
Lozan’dan Günümüze: Eşit Temellere Dayalı İlişkiler
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ve Lozan Antlaşması (1923) ile kapitülasyonların kaldırılması, Japonya ve Türkiye arasında eşit ve karşılıklı ilkelere dayanan resmi diplomatik ve ticari ilişkilerin kurulmasının önünü açmıştır. 1925 yılında Tokyo’da ilk Türk temsilciliği kurulmuş ve iki ülke arasındaki dostane ilişkiler gelişmeye başlamıştır.
1930’lu ve 1940’lı yıllarda, Mançurya’ya sığınan Türk Tatar kökenli muhacirlerin Japon milliyetçileriyle olan ilişkileri, Türkiye Cumhuriyeti tarafından yakından takip edilmiş ve bazı durumlarda Japonya nezdinde uyarılar yapılmıştır. Ancak, genel olarak iki ülke arasındaki ilişkiler olumlu bir seyir izlemiştir.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Türkiye’nin Birleşmiş Milletlere katılmak amacıyla Japonya’ya sembolik savaş ilanı, ilişkilerin kesilmesine neden olmamış ve savaş sonrasında olumlu yönde gelişmeye devam etmiştir. Özellikle Başbakan Turgut Özal döneminde ekonomik ilişkiler ivme kazanmış ve kültürel değişim programları yaygınlaşmıştır.
Sonuç: Geleceğe Yönelik İş birliği Potansiyeli
Japonya ve Türkiye arasındaki ilişkiler, tarihi derinliği, karşılıklı saygı ve ortak çıkarlar temelinde günümüzde de güçlü bir şekilde devam etmektedir. Ertuğrul faciasının yarattığı unutulmaz bağ, iki ülke halkı arasındaki dostluğun temelini oluştururken, ekonomik ve siyasi alandaki iş birliği potansiyeli gelecekte daha da artacaktır. Uzak Doğu’nun yükselen gücü Japonya ile Avrupa ve Asya’nın kesişim noktasındaki stratejik konuma sahip Türkiye’nin, bölgesel ve küresel sorunlara ortak çözümler üretme konusunda önemli bir potansiyeli bulunmaktadır. Japonya’nın kendine özgü siyasi kültürü ve modernleşme deneyimi, Türkiye için de önemli dersler içerirken, iki ülke arasındaki kültürel ve ekonomik etkileşim, her iki topluma da yeni perspektifler sunmaya devam edecektir.

