ANTİK MEZOPOTAMYA UYGARLIĞI: SÜMERLERDEN BABİL’E MİTOLOJİ, BİLİM VE TOPLUMSAL YAŞAMIN İZİNDE
Giriş
Antik Mezopotamya Uygarlığı, insanlık tarihinin en parlak uygarlıklarından biridir. Yazının icadından başlayarak, hukuk sistemleri, dini inançlar, bilimsel gözlemler ve edebi şaheserlerle dolu bu zengin kültür, günümüz dünyasını derinden etkilemiştir. Bu blog yazısı, Sümerlerin kökeni, Mari Sarayındaki kadınların konumu, Semiramis efsanesi gibi tarihsel ve efsanevi figürler ve konular, Babil’de sihir ve tıp uygulamaları, astrolojinin doğuşu ve gelişimi, Nehir Tanrının yargılaması gibi hukuksal-dini pratikler, en eski tufan hikâyesi gibi mitolojik anlatılar ve Gılgamış Destanı gibi edebi eserler ile Babil’de aşk ve ilişkiler gibi toplumsal yaşamın farklı veçhelerini incelemeyi amaçlamaktadır.
Bu konuların her biri, Mezopotamya uygarlığının karmaşıklığını ve derinliğini ortaya koyan benzersiz pencereler sunmaktadır. Amacımız, mevcut kaynaklar ışığında bu zengin mirası anlamak ve bu eski insanların yaşamlarına, düşüncelerine ve inançlarına dair bir kavrayış geliştirmektir.
1. Antik Mezopotamya Uygarlığı Sümerlerin Kökeni: Dilsel İkilik ve Arkeolojik Kanıtlar
Mezopotamya uygarlığı en başından beri dilsel bir ikiliğe sahipti: Oldukça yalıtılmış bir dil olan Sümer dili ve Sami dillerinin bir kolu olan Akadca. Bu iki dil, Çince ve Fransızca kadar birbirinden uzaktı. Bu ikilik, araştırmacıların tek bir kaynağa yönelmesini engellemektedir. Sümerlerin Basra Körfezi’nden deniz yoluyla gelmiş olabileceği düşünülse de gerçek atalarıyla tüm bağlarını koparmış gibi görünmektedirler. Samilerin ise Suriye’ye kadar uzanan güçlü bir arka dünyası vardı. Samiler, daha dinamik ve kalabalık olmalarına rağmen, Sümerlerle ilişkileri sayesinde “iyi bir çıkış” yapmıştır; karşılıklı olarak Sümerler de Samilerin canlılığından yararlanmıştır. Ayrıca, Lagaş, Uruk, Ur gibi bölgelerde zaten var olan ve Sümerce ya da Akadca analiz edilemeyen özel isimler bırakan başka toplumlar da hesaba katılmalıdır.
Arkeolojik kazılar, Sümer uygarlığının bütün Mezopotamya’ya ve daha da ötelere yapmış olduğu etkiyi ortaya koymuştur. Özellikle Ur, Uruk ve Eridu gibi Sümer şehirleri ve Kiş, Mari ve Diyala vadisindeki antik şehirlerde yapılan kazılar önemlidir. Bu kazılardan elde edilen sonuçlar, ayrı bir Sümer ırkı kavramını sıfıra indirmiştir. Zira, Mari ve Diyala’da kel kafalı, yün etekli Samiler bulunmuş; Sümer mezarlarında ise hem yuvarlak kafalı hem de uzun kafalı iskeletlere rastlanmıştır.
Bu durum, “Ubeydlilerin” ne güneye göç etmiş “Samarralılar” olduğunu, ne de kesinlikle Sümerlerin ataları olduğunu göstermekte; aksine, Sümerlerin uzun zamandan beri Mezopotamya’da ortaya çıkmış ve tıpkı atalarımızın yaptıkları gibi, yüzyıllar boyunca birbirlerine karışarak kaynaşmış birçok toplumdan biri olduğu varsayımını güçlendirmektedir.
Tell es-Sawwan ve Choga Mami gibi yerlerde bulunan Samarra, Ubeyd ve geçiş dönemi seramikleri, kültürel devamlılığın ilginç örneklerini sunar ve “Samarralılar”, “Ubeydler” hatta tarihsel dönem Sümerleri arasındaki bağlantılara işaret eder. Basra Körfezi’nin deniz seviyesi araştırmaları gibi jeolojik çalışmalar da bölgenin tarihöncesine etki etmektedir.
2. Mari Sarayındaki Kadınlar: Krallık Yazışmaları ve Toplumsal Yaşam
Tarihçiler genellikle erkeklerin tarihini yazma eğilimindedir ve yazılı belgeler de bu eğilimi yansıtır. Mezopotamya uygarlığının 3000 yıllık tarihi boyunca, belgelerde erkek birey baba, erkek kardeş, koca rolleriyle yer alırken, annelerden, kız kardeşlerden ve karılardan nadiren söz edilmiştir. Ancak, Mari’ye ilişkin metinler bu açıdan oldukça özgündür.
Mari Sarayındaki kadınlar hakkındaki bilgilerin çoğu, kraliyet yazışmalarından gelmektedir. Örneğin, Mari kralı Zimri-Lim’in kızları Şîmatum ve Kirûm’un İlânsurâ kralı Hâya-Sûmû ile evliliklerine dair belgeler oldukça ilgi çekicidir. Şîmatum’un evliliği ve İlânsurâ’ya varışına ilişkin metinler, çeyizinin detaylı listesiyle birlikte mevcuttur: çok sayıda pahalı mücevher, lüks giysiler, değerli döşeme eşyaları ve hizmetçiler. Küstah olarak nitelenen Kirûm’un hikâyesi ise kocasının evliliği bozma kararı ve “sicimi kesmek” olarak bilinen Babil boşanma ritüeliyle sona ermektedir. İlânsurâ kralının sözleri (“Gözlerimi, eşimin yüzünden başka yana çevirdim”), bu tür evlilik sorunlarının belgelerde yer bulduğunu gösterir.
Kaynaklar, Mari’ye ilişkin metinlerde haremi belirtmek için özel bir terim olmadığını saptar. Kraliyet sarayının kadınlara ait olduğu düşünülen bölümü ne tamamıyla kapalı bir alan ne de bir hapishaneydi. Kralın eşlerinin ve hanımlarının giriş-çıkışlarının ima edildiği çok sayıda belge, bu bölümün tam anlamıyla izole olmadığını düşündürmektedir. Bu bilgiler, “Bin bir Gece Masalları”ndaki gibi, hadımlarla ve odalıklarla dolu, tamamen kapalı bir Doğu haremi tasavvurundan farklıdır.
3. Semiramis Efsanesi: Tarih, Mitoloji ve Güçlü Kadın Figürleri
Doğu’nun gizemli kraliçesi olarak anılan Semiramis hem tarihsel hem de efsanevi özellikler taşıyan karmaşık bir figürdür. Efsaneye göre Semiramis, güzelliği ve zekâsıyla öne çıkar. Asur valisi Onnes ile evlenir ve Ninova’ya gider. Kocası savaşa katıldığında, zekâsı ve nasihatleri için onu yanına getirtir. “Erkek mi kadın mı olduğunu belli etmeyen” bir kılıkla Baktra kuşatmasında Asur ordusuna yardım ederek şehrin ele geçirilmesinde kritik rol oynar. Cesareti Ninos’u hayran bırakır ve Ninos, Semiramis’i Onnes’ten talep eder.
Efsanenin bir diğer önemli bölümü, Semiramis’in Hint ülkesine düzenlediği büyük seferdir. Üç yıl boyunca bu sefere büyük bir özenle hazırlanır; muazzam sayılarda piyade, süvari, savaş arabası ve deve eri toplar. Fenikeli, Suriyeli ve Mısırlı ustalara sökülebilir gemilerden oluşan bir filo yaptırır. Ayrıca, hasmı Hint kralı Stabrobates’in fillerine karşı kullanmak üzere, samanla doldurulmuş 300.000 siyah öküz derisinden yapılmış sahte filler bile yaptırır. Ancak, şiddetli çarpışmalar sonucunda ordusu büyük kayıplar verir ve Stabrobates tarafından yaralanan Semiramis Ninova’ya dönmek zorunda kalır.
Semiramis’in efsanedeki başarıları genellikle insani plandadır: savaşlar, fetihler, şehirler, saraylar, parklar, su getirme çalışmaları. Bunlar, Asurluların özellikle askerlik ve mühendislik alanlarındaki başarılarını yansıtır. Efsanede geçen Ekbatana, Baktra, Ninova ve Babil gibi şehirler gerçek yerlerdir. Ancak, anlatılan sayıların ve yapıların (örneğin Ninos’un mezarı üzerindeki “terasın” boyutu) abartılı olduğu düşünülmektedir.
Semiramis’in bir Med efsanesi olup olmadığı sorusu da ele alınır. Gerçekte, Babil kayıtlarına dayanarak, Semiramis’in tarihi bir figür olan Asur kraliçesi Sammuramat (İÖ 810-807 yılları arasındaki naiplik dönemi) ile özdeşleştirilmesi çekiciliğini koruyan bir varsayımdır. Sammuramat’ın, bizzat yönetmese de Medlere karşı yapılan seferler de dâhil olmak üzere askeri seferler düzenlediği Adlandırma Listeleri gibi belgelerden anlaşılmaktadır.
Semiramis figürü, aynı zamanda tanrıça İştar (Sümercede İnanna) ile benzerlikler taşır. Özellikle İştar’ın Asurlular tarafından geliştirilen ve orduların başında yürüyen, gözü pek bir “savaş kadını” olan erkeksi görünümü Semiramis’e benzer. Bu savaşçı İştar’a “Asurlu” lakabı takılmış ve genellikle aslan üzerinde, yay veya hançer tutarken tasvir edilmiştir. Asur’da İştar’ın ünlü tapınakları vardı (Arbela, Ninova). Ninos’un Semiramis ile evlenmesi, İştar ile Ninova arasındaki bağlantıları güçlendirir. Herodotos’un bahsettiği Babil’deki “Semiramis Kapısı”nın İştar Kapısı olması muhtemeldir. Semiramis’in annesi Derceto’nun da Astarte veya Atargatis gibi Batı Sami tanrıçalarının bir varyantı olması, bu efsanevi figürün kökenindeki mitolojik bağlantıları güçlendirir. Semiramis ile ilgili hala birçok soru işareti bulunmaktadır.
4. Babil’de Sihir ve Tıp: İki Yaklaşım ve Salgın Hastalık Anlayışı
Antik Mezopotamya’da hastalıklara ve rahatsızlıklara yaklaşımda iki temel yöntem vardı: görgül tıp ve kötülük kovma ritüellerine dayalı uygulamalar. Yazının bulunmasından kısa bir süre sonra, İÖ 3. binyılın ilk yarısından itibaren, görgül tıp (empirical medicine) kendi uzmanları olan tabipler (asû) tarafından uygulanmıştır. Tabipler usta-çırak ilişkisiyle veya İsin gibi ünlü okullarda yetişiyordu. Kaynaklar, nadir de olsa kadın tabiplerin varlığından bahseder.
Ancak, Mezopotamyalılar neden-sonuç ilişkilerini bizim gibi kavramsal mantıkla değil, kurmaca ve imgeleme dayalı, amaca yönelik kurgularla açıklıyorlardı; buna mit adını veriyoruz. Bu bağlamda, birçok hastalık ve felaket, tanrıların, demonların veya diğer kötü doğaüstü güçlerin “etkisi” veya “müdahalesi” olarak adlandırılıyordu. Kötülük kovucular (kötülük kovma riti uygulayıcıları), hastanın durumunu açıklayan bu kurguları yaratır ve doğaüstü tedaviyi seçerken bunları göz önünde bulundururlardı. Kötülük kovma ritüelleri, belirli hareketler, dualar ve doğadaki çeşitli maddelerden elde edilen (sembolik veya mistik anlamı olan) “ilaçlar” içeriyordu. Bu “ilaçlar” hastalığa karşı savaşan özgül maddelerden ziyade, tanrıların müdahalesini sağlamak için sunulan ek dualar olarak görülüyordu.
Sağlanan kaynaklarda, Mezopotamyalıların salgın hastalıklar konusunda görgül gözlemleri olduğuna dair çarpıcı kanıtlar bulunmaktadır. İÖ 1780’lere ait Mari kralı Zimri-Lim’in mektupları, salgın bir deri hastalığına yakalanan Nanna Hanım’ın tecrit edilmesi ve eşyalarının kullanılmaması gerektiği yönündeki uyarılarını içerir. Bu belgeler, hastalığın taşıyıcı kimseyle doğrudan temas olmadan da geçebileceğini göstermektedir. Bu, görgül bir olgu olarak algılanıyordu ve kötülük kovma metinlerinde bile “uğursuz şeyin” hastaya nasıl bulaştığı (yatağında yatarak, sandalyesine oturarak, çanağından yiyerek) ele alınıyordu. Bu da tıbbın çok eski zamanlarda kötülük kovuculukla etkileşime girdiğini gösterir.
“Tıbbi Tanı ve Tahmin Kitabı” gibi belgelerde yer alan teşhisler, yüz görünümlerine göre yapılan kehanetlerden farklı olarak, görgül gerçekliğe dayanıyordu. Kehanetler bazen saçma ve uzun vadeli tahminler içerirken, tıbbi metinlerdeki tahminler kısa süreli, makul ve belirtilerle doğrudan ilişkiliydi.
Görgül tıbbın yalnızca dolaysız nedenleri açıklayabildiği (“Bir şok geçirdi”, “Güneş çarptı”), ancak sihir ve kötülük kovmanın tanrımerkezci dünya görüşüne uygun olarak hastalığın nihai nedenini (“tanrıların cezalandırma arzusuna” bağlaması) açısından tamamlayıcı rol oynadığı düşünülmektedir. Bu, hastaların “neden ben?” sorusuna bir yanıt sağlıyor ve içlerini rahatlatıyordu, çünkü insanlar denetleyemeseler bile, kendi gözlerinde kesin olan bu tür yanıtlara ihtiyaç duyuyorlardı.
5. Astrolojinin Doğuşu: Gök Kubbenin Dili ve Yönetim Aracı
Modern astrolojinin kökeni, yaklaşık İÖ 330’larda Büyük İskender’in fetihlerinden sonraki Helenistik çağın Yunanlılarına dayanır. Ancak, Yunanlılar da bu yıldız falcılığını, büyük hayranlık duydukları Mezopotamya’dan, antik Babil’den almış olduklarını kabul ediyorlardı. Yaklaşık İÖ 300’de Babilli bir din adamı olan Bel-Usur’un Kos adasında bu yöntemi öğrettiği ve sonraları astrologların “Babilliler” veya “Kaldeliler” olarak anıldığı belirtilir.
İlk bilinen ve oldukça basit Mezopotamya astrolojisi metinleri İÖ 18. yüzyıla aittir. Bu metinler, astrolojinin yerel dinsel tasvir ve uygulamalardaki yerini aldığını göstermektedir. Mezopotamya’daki astroloji, Yunan sisteminden anlam bakımından derin bir uçurumla ayrılıyordu. Yunan astrolojisinde yıldızlar kendiliğinden etki yaratan ve kaderi belirleyen tanrılaştırılmış varlıklar olarak görülürken, Mezopotamyalılara göre yıldızlar sadece tanrıların iradelerinin tercümanı, görünüşleri ve konumlarıyla ilahi kararları bildiren resimyazılardı. Bu kararlar, dünyadaki hükümdarlarınkine benzer şekilde, mutlak ve kesin değildi; tanrılar yakarışlar ve dualarla ikna edildiğinde ertelenebilir veya “uygun olmayan bir geleceği uygun bir geleceğe dönüştürebilirlerdi”. Bu, geleneksel astrolojinin mutlak determinizminden uzaktı.
Mezopotamya astrolojisi, “tümdengelimli kehanet”in bir parçasıydı. Bu yöntemde, tanrıların işaretleri (gök cisimlerinin konumları, hareketleri, tutulmaları gibi) uzmanlar (“kâhinler”) tarafından okunur ve yorumlanırdı. Gözlemlenen gök cisimleri arasında sabit yıldızlar, takımyıldızlar (burçlar kuşağı), Güneş, Ay ve gezegenler (İştar/Venüs, Jüpiter, Merkür, Mars, Satürn) bulunuyordu.
Astrolojik kehanetler genellikle kamu yararıyla ilgiliydi. “Ülkeden”, “halktan” ve “kraldan” söz ediliyordu, çünkü kralın yazgısı tüm halkı etkiliyordu. Nadiren de olsa önemli kişiler (kralın eşi, veliaht, yüksek memurlar) hakkında yorumlar yapılıyordu. Bu resmi rol, idari ve politik etki, Mezopotamya astrolojisine eşi benzeri olmayan bir ün ve önem kazandırmıştır. Astroloji, kararların en iyi şekilde alınabilmesi için iktidarın gelecek hakkında bilgi edinmesi gereken tam bir yönetim aracıydı. Özellikle İÖ 1. binyılın ilk üç yüzyılında, Asarhaddon ve Asurbanipal gibi son büyük Asur kralları, ülkenin dört bir yanından çok sayıda profesyonel astrolog tutarak gökyüzünü gözlemlemelerini ve sonuçlarını yorumlarıyla birlikte saraya bildirmelerini sağlıyorlardı. Yaklaşık 5000 yazışma belgesi, bu yoğun astrolojik etkinliği kanıtlamaktadır.
Başlangıçta daha çok kolektif kaderi hedefleyen Mezopotamya astrolojisi, zamanla bireysel geleceği de bildiren bir mekanizma haline gelmiştir. Kişinin doğduğu andaki yıldızların konumu yorumlanarak genel hatlarıyla geleceği hakkında tahminler yapılıyordu. İÖ 1. binyılın ikinci yarısına ait belgeler, bu uygulamanın yaygınlaştığını göstermektedir.
6. Nehir Tanrının Yargılaması: İlahi Adalet ve Büyücülük
Mezopotamya hukukunda, suçun kanıtlanması zor olduğunda başvurulan yöntemlerden biri tanrısal yargılamaydı. En sık rastlanan akıldışı sınama biçimlerinden biri de yemin etme idi. Tanrısal yargılama, doğruyu söylediğine dair tanrı üzerine yemin ederek veya belirli bir sınamaya tabi olarak kişinin masumiyetini kanıtlaması üzerine kuruluydu.
Nehir Tanrının yargılamasına başvurmayı gerektiren başlıca suçlar büyücülük ve zina idi. Bu suçlar, suçüstü vakalar hariç kanıtlanmaları zor olduğu için tanrısal yargının tipik kullanım alanlarıydı. Hammurabi Yasası gibi metinlerde yer alan bu uygulamada, suçlanan kişinin suçsuzluğunu kanıtlaması gerekiyordu, ki bu çağdaş hukuk sistemlerinin tersidir. Ayrıca, antik Yakındoğu hukukunda sıkça görülen bir ilkeye göre, Nehir sanığı temize çıkarırsa, sanığın suçlu bulunması durumunda çarptırılacak aynı ceza (genellikle ölüm), suçlayan kişiye verilirdi.
Nehir Tanrının yargılaması, sadece hukuksal bir uygulama olarak değil, aynı zamanda ideolojik bir bağlamda da ele alınmıştır. Jean Bottéro, Nehir Tanrının yargılamasını “büyüsel” bir açıklamayla yorumlamıştır: kutsal nehrin akan suyu, kötülüğü belirlemeye, tanımaya ve insan üzerinde etkisini göstermeden yok etmeye olanak tanıyordu. Bu yargılama biçimi, aynı zamanda kehanetle de benzerlik gösterir, çünkü her ikisi de insanların bilgisizliğine karşı tanrıların üstün gücüne bel bağlamaktadır. Tanrılar her şeyi bilir ve bildiklerini rüya, kehanet veya başka işaretler yoluyla iletebilirler; bu işaretlerin yorumlanması ise ilgili kişiye düşer.
7. En Eski Tufan Hikâyesi: İnsanlık, Tanrılar ve Felaketler
Kaynaklara göre, en eski tufan hikâyesi, Atrahasîs Miti veya Şiiri olarak bilinen eserde yer almaktadır. Bu eser, insanların Yaratılışından Tufana kadar süren ilk maceralarını anlatan mitolojik döngünün bir parçasıdır. Atrahasîs Şiiri, İÖ 3. binyılın son çeyreğindeki Sümer-Akad sentezi sonrası ortaya çıkan edebi şaheserlerden biridir.
Şiire göre, insanların “hızla çoğalması” ve çıkardıkları gürültü, tanrıların dertsiz ve sakin yaşamlarını bozar, hatta uyuyamaz hale getirir. Bu duruma son vermek için, tanrı Enlil insanları topluca öldürmeye karar verir ve ilk olarak bir Salgın gönderir. Ancak, bilgelik tanrısı Ea, insanların sayısının azalmasının tanrılar için bir felaket olacağını düşünür ve Yüce Bilge Atrahasîs’i uyarır. Ea, Atrahasîs’e sadece Hastalık Getirici tanrı Namtar’a yiyecek sunuları yönlendirmesini söyler, böylece tanrılar acıya son vermek zorunda kalır.
İnsanlar tekrar gürültü yapmaya başlayınca, Enlil bu kez Kuraklık gönderir. Ea yine onları korur ve Atrahasîs’e tanrıların yiyeceklerini atmosferdeki yağmurların efendisi olan Adad’a vermesini söyler. Metindeki boşluklara rağmen, Enlil’in kolay pes etmediği anlaşılmaktadır, ancak her defasında insanlık yeniden canlanır.
Bu felaketlerden sonra gelen Tufan, kaynaklarda Salgın ve Kuraklık ile aynı değere, aynı anlama sahip olarak sunulur. Kaynaklar, bu tür felaketlerin (salgınlar, kötü hasatlar, nehir taşmaları) o dönem ülkesinde zaman zaman meydana geldiğini, bunun edebi bir yöntemle abartılarak, “eski” mitik zamanlara özgü korkutucu ilk örnekler olarak Salgın, Kıtlık ve Tufan’ın yaratıldığını belirtir. Özellikle Fırat ve Dicle nehirlerinin sıklıkla taşması, Tufan tasavvurunun kaynağı olabilir. Ur, Kiş ve Fara-Şuruppak’ta bulunan İÖ 4. ve 3. binyıla ait katmanlardaki izler, bu duruma dair kanıtlar sunar. Yerel afetlerden yola çıkılarak tüm ülkeyi kapsayan bir Felaket tasavvuru oluşturulmuş, Atrahasîs’te anlatılan hikâye son halini almış ve Gılgamış Destanı‘nın 11. bölümünde daha da abartılmıştır.
8. Gılgamış Destanı: İnsanlık Kaderi Üzerine Bir Şaheser
Gılgamış Destanı, sağlanan kaynaklarda “mit” değil, ciddi ve üstün bir üslupla yazılmış bir kahramanlık destanı, uzun ve görkemli bir efsane olarak nitelenir. Destan, kendi kişisel yazgısını sonuna kadar götürmeye layık olan ve bunu yapabilecek tek kişi olan kahramanı aracılığıyla, kimsenin ölümden kaçamayacağını hatırlatır. Ayrıca, insanların hayranlık bürümüş belleğinde ünün de aslında geçici bir teselli olduğunu vurgular. Destan, varlığımızın ne kadar anlamsız, sonumuzun ne kadar kaçınılmaz olduğunu, her şeyin kırılgan ve geçici olduğunu, başka büyük bir kitabın (Kutsal Kitap’ın Vaiz’i) yaptığı gibi doğrudan söylemek yerine, bunu bir adamın zaferleri ve çöküşleri üzerinden incelikle yapar.
Destanın kahramanı Gılgamış, “coşturucu bir insanlık kahramanı” olarak tanımlanır. Destan, İÖ 3. binyılın son çeyreğindeki Sümer-Akad sentezi sonrası ortaya çıkan kültürel ilerlemenin bir ürünüdür. Enkidu’nun ölümü, destanın önemli bir bölümüdür. Sumerce metinlerde Enkidu’nun ölümü, Gılgamış’ın düşürdüğü değerli tılsımları almak için yeraltına inişi ve oradaki gizemli varlığı efendisine anlatmak için kısa süreli dönüşü şeklinde betimlenir.
Enkidu’nun vahşi doğadan evcilleştirilmesi de destanın önemli bir kısmıdır ve burada “özgür aşk” işini yapan bir kadının (Akadcası Shamhat, “Orospu” anlamında) rolü vurgulanır. O dönemde bu tür kadınların yaygın olduğu ve yüksek uygarlık koşullarından biri olarak görüldüğü belirtilir. Shamhat, Enkidu’yu baştan çıkarır ve onunla “altı gün yedi gece” aşk yaşar. Bu ilişki sonucunda hayvanlar Enkidu’yu dışlar, o ise Shamhat’a bağlanır ve ondan “bir insan olmasını” öğrenir; uygar, şehirli bir insan olur. Bu, sıradan bir dişiyle değil, gerçek bir kadınla “aşk yaşayan” vahşinin uygarlaşmasıdır.
Destanın farklı versiyonları bulunmaktadır; Nineveh versiyonundaki eksiklikler eski versiyonlarla tamamlanmaktadır. Destanda, Gılgamış’ın ölümsüz bir “ad” bırakma, yani ün kazanma arzusu öne çıkarılır (“Eğer günün birinde ölürsem, en azından bir adım olacak/…Sonsuz bir ün”). Bu, onun yaşamını tehlikeye atmaktan çekinmemesini ve ölümle ilgili net bir düşüncesi olmamasını yansıtır.
9. Babil’de Aşk: Farklı Biçimleri ve Toplumsal Kuralları
Antik Mezopotamya’da (genellikle “Babil’de Aşk” başlığı altında ele alınsa da, kaynaklar Sümer ve Asur dönemi bilgilerini de içerir), aşk ve cinsel ilişkiler bugünkü anlayışımızdan oldukça farklıydı. Toplum aşırı ataerkildi ve kadınlar hukuksal açıdan kocalarına bağımlıydı. Bir erkek için evlenmek, karısının “mülkiyetine sahip olmak” anlamına geliyordu (ahâzu). Evlilik, damadın ailesinin kızı seçmesi, sözleşme yapması ve kızın ailesine bir para ödemesi (terhatu) ile bir tür alım satım işlemi gibiydi.
Nişanla birlikte kızın “mülkiyeti el değiştiriyor”, evlilik töreniyle (“shûrubu”) ise kocasının ailesine “dahil ediliyordu”. Koca (mutu), tıpkı diğer malları gibi karısının da “sahibiydi” (bêlu). Kocanın hataları ancak üçüncü kişilere zarar verdiğinde cezalandırılırken, kadının hataları (özellikle zina) acımadan cezalandırılıyordu; yakalanan âşıklar birlikte suya atılabilir veya koca onları öldürme/sakatlama izni alabilirdi (örneğin, karısının burnunu kesmek).
Bu ataerkil yapı içinde, evli kalan ve eve kapanan kadının kamusal, ekonomik veya politik bir rol oynaması çok zordu. Boş zamanları ev içi işlerle (değirmencilik, aşçılık, dokuma) doluydu. Okuma yazma gerektiren saygın mesleklerde veya kültürlü ve edebi yapıt yazarı kadınlara rastlamak hemen hemen imkânsızdı, sadece birkaç örnek bulunmaktaydı (kadın tabipler, kâtip kadınlar parmakla gösterilecek kadar azdı). Genel durum, kadına erkeğin altında ve ona bağlı bir rol verilmesiydi.
Ancak, aynı adli belgeler satır aralarında, zina, hırsızlık, yalancı tanıklık gibi hoş karşılanmayan ancak sık işlenen davranışların düzeltilmek istendiğini de göstermektedir. Bazı kadınlar evlerini ve eşlerini defalarca terk edip fahişeliği seçebilir veya gizlice sevgilileriyle buluşmak için dost kadınlardan veya muhabbet tellallarından yardım alabilirlerdi. Hatta bazıları eşlerini öldürme yoluna bile gidebiliyordu. Sumerce bir atasözü, kadınların fiziksel ve hukuksal olarak altta olsalar da, erkekleri manipüle edebilme yeteneğine sahip olabildiğini çarpıcı bir şekilde gösterir.
Evlilik kurumu, aşkın tüm olanaklarını tüketmiyordu. Erkeklere, ekonomik gücüne göre “ikincil eş” veya nikâhsız kadınları evine alma yetkisi tanınmıştı. Adli ve kehanet belgeleri, “rastlantısal birliktelikler”, maceralar veya evlilik felaketleri gibi olayları kaydeder. Erkeklerin kadınlara “sokak ortasında” saldırdığı veya gizlice yattığı, kadınların kocalarını aldattığı, fahişelik yaptığı gibi durumlar belgelerde yer bulur.
Toplumun ihtiyaçlarına “bağlı” aşkın yanında, herkes tarafından kendi zevki için özgürce icra edilen “özgür” aşk da vardı. Bu, fuhuş olarak adlandırabileceğimiz şeyi icra eden “uzmanlar” tarafından sağlanıyordu. O dönemin zevkleri ve algılama tarzları gereği, aşkın ille de karşı cinse dayalı olması gerekmediği için, bu “özgür” aşk görevlileri her iki cinsiyetten profesyonellerdi. Yaptıkları işin dinsel bir görünümü vardı. Özellikle bazı tapınaklarda törenlere katılır ve patron tanrıçaları İnanna/İştar’ı örnek alırlardı; bu tanrıçaya “Hierodulus” (doğaüstü fahişe) unvanı verilmişti.
Bu görevliler tapınaklar etrafında yoğunlaşmıştı. Herodotus’un yanlışlıkla tüm kadınların buna katıldığını sanması, bu uygulamanın yaygınlığını gösterebilir. Ancak bu kişiler toplumdışı olarak görülüyor ve dezavantajlı bir konumda bulunuyorlardı. Bir Sumer efsanesi, onların kendi “yazgılarını” (kadınların evlenip çocuk doğurma, erkeklerin erkeksi rolü oynama yazgısı) kaçırdıkları için bu durumda olduklarını öne sürer.
Kaynaklar, cinsel ilişkilerdeki alışılmış pozisyonlar hakkında bilgi vermez, ancak en alışılmamış fanteziler veya cinsel oyunlar nedeniyle oluşabilecek kazalardan söz eder. Yatak odası dışında ilginç yerlerde de ilişkiler yaşanabiliyordu (evin damı, kapı eşiği, tarla, sokak ortası, meyhane). Farklı pozisyonlar (ayakta, sandalyede, arkadan ilişki, kadın üstte) ve hatta erkeğin “kadın rolüne girdiği” ilişkiler kullanılıyordu. Eşcinsel aşka da giriliyordu; profesyonellerle, non-profesyonellerle veya kölelerle livata yapılıyordu.
Tanrılar da “özgür” aşkı uyguluyordu. Özellikle İnanna/İştar, geçici heves ve tutkularına kendini kaptırmış, bağımsız bir figür olarak birçok hikâye ve şarkıya konu olmuştur. İnanna’ya birçok macera atfedilir; en bilineni ise Dumuzi (çoban) ile yaşadığı “gençlik aşkıdır”. Bu hikâye, çiftçilerle çobanların ekonomik rekabetini yansıtabilir. Sumerce bir düet, İnanna’nın sonunda çobanı seçtiğini anlatır.
Kutsal evlilik (hieros gamos), bir kral ile İnanna’yı temsil eden bir rahibe arasındaki gerçek bir aşk gecesi biçimindeydi ve bir yıl boyunca refah getirdiğine inanılırdı. Ur’da kazılan kraliyet mezarlığındaki kadınlar (Puabi ve Abarage) yüksek mertebedeydi (özel muhafızlar, arabacılar, müzisyenler). Bazı yorumlar, bu mezarların kutsal evlilik ritüeliyle ilgili olabileceğini düşünse de, metinlerde bu çiftin aynı gecede öldüğüne dair kanıt yoktur ve neden birçok kadının bu ritüel sonucu öldüğü (rahibe/çömez olmaları ihtimali) açık değildir.
Genel olarak, Mezopotamyalıların cinsellik ve cinsler arası ilişkileri, geleneksel düşüncelerimizdeki güvensizlik ve şüphelerden uzak, daha doğal ve neşe veren eylemler olarak algıladığı söylenebilir. Kutsal Kitap’taki ilk günah anlatısının (“yasak meyve” değil, “bilmek”) yorumu, bu anlayışın izlerini taşır; “bilmek”, sadece görmek değil, paylaşmak ve katılmaktır. İnsan bu bilgiyle kendi doğasının, her varlıkta bir kötülük payı olduğunun bilincine varmıştır. Çıplaklıktan utanma da Sami geleneğinde (özellikle İsraillilerde) bir yasaktır. Yaratılış anlatısındaki bazı unsurlar (kadının erkeğe yönelmesi, doğum sancısı, yaşam için çaba) ataerkil toplumdaki kadının durumunu ve insanlığın yazgısını yansıtabilir.
10. Aile Şölenleri: Yaşayanlar ve Ölüler Arasında Bir Bağ
Yemek yemek, Mezopotamya’da sadece fiziksel bir ihtiyaç değil, aynı zamanda sosyal ve dini bir eylemdi. Zengin ve çeşitli bir mutfak kültürü vardı. Ancak, aile şölenleri bundan daha fazlasını ifade ediyordu. Görkemli aile şölenleri, bilinçli bir aile dayanışmasının bir belirtisi ve etkeniydi.
Bunun yanı sıra, ana babaların yanı sıra ölen bütün ebeveynleri de kapsayan bir şölen daha vardı: Akadcada kispu olarak bilinen bu şölenin köksel anlamı “aynı yemeğin paylaşılması”nı çağrıştırıyordu. Bu görkemli yemek, genellikle ayın son günü, yani Ay’ın kaybolduğu zaman (ölümü çağrıştırdığı için) düzenlenirdi. Tercihen evin en kutsal köşesi olan “ikonalar” köşesinde verilirdi, çünkü aile ölüleri genellikle buranın altına gömülürdü.
İnanışa göre, ölülerden geriye yalnızca kemik değil, gizli ilişkiler kurulabilen, hayattayken neyse onun belirsiz bir benzeri olan, “hayalet” adı verilen (kültürümüzde “ruh” denilen) bir şey kalıyordu. Bu hayaletler Yeraltı’nda (Cehennem’de) toplanır, yarı uykulu ve üzgün bir halde yaşarlardı. Yaşarken ihtiyaç duydukları kadar olmasa da, ölüm sonrası yaşamlarını sürdürebilmek için arada bir yiyip içmeleri gerekiyordu. Kispu’da yenen yemek, kısmen de olsa bu ihtiyacı karşılıyordu.
Hayatta kalanların, olanakları elverdiği ölçüde bu yemeği vermesi dinsel bir zorunluluktu. Bu şölen, ölülerle yaşayanlar arasındaki bağı ve “ulusal” ailenin sürekliliğini göstermeyi amaçlıyordu. Tanrılar da aynı amaçla bu kispu’yu kutluyordu, ancak yeraltındaki “kardeşleri” gökteki yemeğe fiziksel olarak katılamadıkları için paylarını temsilcileri aracılığıyla alıyorlardı. Önemli olan fiziksel varlık değil, aynı yiyecekleri paylaşmak, tek ve aynı kaynağa dayalı hayatı paylaşarak birbirine sıkıca bağlanmaktı.
Sonuç
Bu kaynaklardan elde edilen bilgiler, Antik Mezopotamya uygarlığının inanılmaz bir çeşitliliğe, karmaşıklığa ve entelektüel derinliğe sahip olduğunu göstermektedir. Sümerlerin kökenine dair arkeolojik ve dilsel kanıtlar, bölgenin farklı toplumların etkileşimiyle şekillendiğini düşündürmektedir. Mari Sarayındaki kadınlar hakkındaki bilgiler, ataerkil bir toplumda bile kadınların kraliyet düzeyinde dikkate değer rolleri ve belirli derecede özgürlükleri olduğunu ortaya koyar. Semiramis efsanesi, tarihi figürlerin mitolojik anlatılarla nasıl harmanlandığını, kadınların güç ve liderlik potansiyelinin nasıl algılandığını gösterir.
Babil’de sihir ve tıp, görgül gözlemlerle (salgın hastalık anlayışı) doğaüstü açıklamaların (tanrıların cezası) ve ritüellerin iç içe geçtiği pragmatik ve aynı zamanda dinsel bir yaklaşımı yansıtır. Astrolojinin doğuşu ve gelişimi, gökyüzü gözlemlerinin nasıl bir kehanet ve yönetim aracına dönüştüğünü, kamu yararına odaklanan yapısını ve Yunan astrolojisinden farklılıklarını ortaya koyar. Nehir Tanrının yargılaması, hukuk sistemlerinin ilahi müdahaleye dayalı, suçlamadan ziyade masumiyeti ispatlamayı esas alan kendine özgü yapısını gösterir. En eski tufan hikâyesi gibi mitolojik anlatılar (Atrahasîs), insanların kaderi, tanrı-insan ilişkileri ve felaketlerin doğasına dair felsefi sorgulamaları imgesel bir dille aktarır.
Gılgamış Destanı ise, insanlığın evrensel soruları olan ölüm ve ölümsüzlük arayışını, kahramanlık ve fani yaşamın anlamını işleyen edebi bir başyapıttır. Son olarak, Babil’de aşk ve ilişkiler, katı ataerkil kurallara rağmen mülkiyet haklarına sahip kadınların varlığını, evlilik dışı ilişkilerin ve “özgür aşkın” çeşitli biçimlerini ve hatta cinsel özgürlüğün ve eşcinsel ilişkilerin belgelerde yer bulduğunu göstererek, bu toplumun cinsel ve toplumsal yaşamının sanılandan çok daha karmaşık olduğunu ortaya koyar.
Sağlanan bu metinler, Jean Bottéro gibi uzmanların çalışmalarından alıntılarla, antik Mezopotamya’nın sadece kuru bir tarih olmadığını, yaşayan, düşünen ve karmaşık toplumsal dinamiklere sahip bir dünya olduğunu hatırlatmaktadır. Ancak bu bilgiler, binlerce yıllık bu uygarlığın yalnızca küçük bir bölümünü kapsamakta ve hala keşfedilmeyi bekleyen nice sırrı barındırmaktadır. Bu keşifler, atalarımızın yaşamlarını yeniden bulma yolculuğunda paha biçilmez adımlardır.
KİTAP: ESKİ YAKINDOĞU SÜMER’DEN KUTSAL KİTABA, JEAN BOTTERO, 2005

