bizans imparatorluğu

BİZANS İMPARATORLUĞU: KURULUŞUNDAN ÇÖKÜŞÜNE BİN YILLIK TARİH

Giriş

Doğu Roma İmparatorluğu olarak da bilinen Bizans İmparatorluğu’nun başlangıcı, Konstantin’in 11 Mayıs 330 tarihinde Boğaziçi kıyısında yeni başkenti Konstantinopolis‘i (İstanbul) kurmasıyla işaretlenmektedir. İmparator Konstantin, Roma’nın coğrafi konumunun imparatorluğun yeni ihtiyaçlarına cevap veremediğini görerek başkentini doğuya taşımıştır. Bu dönemde Got ve Pers tehlikeleri Tuna boyunda ve Asya’da hissedilmekteydi. İstanbul’un Asya ile Avrupa’yı birleştiren stratejik konumu, onu doğal bir doğu merkezi haline getirmiştir. Doğuşundan itibaren Hellenistik damgası ve Hristiyanlığın verdiği karakterle, yeni başkent eski Roma’dan derinlemesine farklılaşmıştır.

Konstantin, imparatorluk kudretini mutlak bir nüfuz ve ilahi hak şekline sokmaya çalışmış, kendini yeryüzünde Allah’ın vekili sayarak kutsal bir karakterle insanlardan ayırmaya özen göstermiştir. Hristiyanlığı bir devlet dini yaparak ona ayrıcalıklar tanımış ve kilise üzerinde mutlak hakimiyet kurmuştur. Doğu ruhanileri, bu duruma itaatkâr bir tavır sergilemişlerdir. Bu anlayış, doğu hükümdarlıklarına has bir kudret ve nüfuz anlayışının sonucu olarak görülmektedir. Roma birliğinin görünüşte korunmasına rağmen, dördüncü yüzyıldan itibaren imparatorluğun iki yarısı ayrı imparatorların idaresinde kalmış ve 395’te Büyük Teodos’un ölümüyle bu ayrılık kesinleşmiştir.

Erken Bizans döneminde imparatorluk, iki büyük krizle sarsılmıştır:

  • Barbar İstlilaları: Üçüncü yüzyıldan itibaren Cermen barbarları Roma ülkesine sızmaya başlamış, V. yüzyılda Batı Roma’yı batıran bu akınlar karşısında Bizans’ın da dayanamayacağı düşünülmüştür. Ancak Bizans, Vizigotlar’ın ve Hunlar’ın (Attila döneminde) saldırılarına karşı koymuş veya ustaca diplomasilerle onları Batı’ya yönlendirmiştir. Böylece yeni Roma, eski Roma’yı batıran felaketlerden büyüyerek çıkmış ve daha çok doğulu bir karakter almıştır.
  • Dini Bunalım (İhtilaflar): Dördüncü ve beşinci yüzyıllardaki Arianizm, Nestorianizm ve Monofizitizm gibi dini ihtilaflar, doğu kilise ve imparatorluğunu derinden etkilemiştir. Bu münakaşalar genellikle siyasi ve ekonomik menfaatlerle iç içe geçmiş, devletle kilise ve Bizans ile Batı arasındaki ilişkileri belirlemede esaslı bir rol oynamıştır. İznik Konsili (325) Arianizm’i reddetse de mücadele devam etmiştir. İstanbul patriğinin nüfuzu artarken, Roma ile olan dini farklılıklar derinleşmiş, Doğu kilisesi bir devlet kilisesi haline gelerek Roma’dan ayrılma eğilimi göstermiştir.

VI. yüzyıl başında İmparator Zenon (474-491) ve Anastaz (491-518) zamanlarına doğru, tamamen Şark zihniyetinde bir devlet kavramı baş göstermiştir. Batı Roma’nın 476’da düşüşüyle Doğu İmparatorluğu tek Roma İmparatorluğu olarak ayakta kalmıştır. İmparatorluk, Asya’da Ermenistan’dan Suriye ve Mısır’a kadar geniş bir coğrafyayı kapsarken, idaresi Roma modeline göre düzenlense de imparatorun nüfuzu gittikçe mutlak bir hal almıştır. Bu dönemde Bizans’ın kültürü de giderek doğulu bir renk almıştır; Helenistik ve yerel Doğu geleneklerinin Hristiyanlıkla birleşmesinden güçlü ve verimli bir faaliyet doğmuştur. Ancak bu dönemde imparatorluk büyük bir krizin eşiğindeydi; İran ve Barbar akınları devam ederken, iç karışıklıklar ve dini hoşnutsuzluklar devleti zayıflatıyordu.

Jüstinyen Devri: İmparatorluğun Son Büyük Roma Rüyası

518’de Anastaz’ın ölümünün ardından tahta geçen Jüstin ve ardından onun yeğeni ve halefi Jüstinyen I (527-565), Bizans tarihinde önemli bir dönemi başlatmıştır. Jüstinyen, seleflerinden farklı olarak, bir Roma imparatoru olmak istemiş ve Roma’nın son büyük imparatorlarından biri olarak tarihe geçmiştir. Onun temel ideali, Roma İmparatorluğu’nu eski haliyle diriltmek, Bizans’ın Batı’daki Barbar krallıkları üzerindeki haklarını hayata geçirmek ve Roma alemi birliğini yeniden kurmaktı. Aynı zamanda kendisini Allah’ın yeryüzündeki vekili ve Ortodoksluğun şampiyonu olarak görmüştür. Bu büyük hedeflerini gerçekleştirmek için yetenekli nazırları (Tribonien, Kapadokyalı Jan), generalleri (Belisarius, Narses) ve özellikle İmparatoriçe Theodora gibi güçlü bir danışmanı olmuştur.

Jüstinyen’in dış politikası, imparatorluğun dirilişi üzerine odaklanmıştır:

  • Batıda Roma’nın Dirilişi: Jüstinyen, Batıdaki durumun Barbar hükümdarların idaresindeki halkların imparatorluk nüfuzunu istemesiyle arzularını kolaylaştırdığını görmüştür. Afrika’da Vandal Krallığı’nı (533-534) ve İtalya’da Ostrogot Krallığı’nı (535-554) ele geçirerek eski Roma topraklarının önemli bir kısmını geri kazanmıştır. İspanya’nın güney doğusunu da tekrar zaptetmiştir. Bu seferler sayesinde imparatorluk, Dalmaçya, İtalya, Doğu Afrika ve İspanya’nın güneyi dahil olmak üzere genişlemiş, Akdeniz yeniden bir Roma gölü haline gelmiştir.
  • Doğu Savaşları ve Savunma Tedbirleri: Jüstinyen’in Batı’daki büyük teşebbüsleri, imparatorluğu zayıflatmış ve Doğu’yu ihmal etmesine neden olmuştur. İran ile savaşlar devam etmiş, Hun ve Slav akınları Tuna sınırını zorlamıştır. Bu tehlikelere karşı Jüstinyen, sınır bölgelerinde kaleler ağı kurmuş ve diplomasisini kullanarak Barbar kavimleri Bizans hakimiyeti altına almaya çalışmıştır. Hristiyanlık propagandası da bu nüfuz genişletmede önemli bir araç olmuştur.

İç politikada Jüstinyen, idari ve adli reformlara girişmiştir:

  • Hukuk Reformu (Corpus Juris Civilis): Jüstinyen, imparatorluğa “kesin ve tartışılmaz” kanunlar getirmek amacıyla büyük bir yasama görevi vermiş ve Tribonien’in önderliğinde Roma hukukunun en önemli eseri olan Corpus Juris Civilis’i oluşturmuştur. Bu eser, imparatorluk nüfuzuna mutlak kudretin esasını verdiği gibi, Ortaçağ dünyasında devlet fikrini muhafaza etmiş ve Batı’ya sosyal örgütlenme prensiplerini öğretmiştir.
  • İdari ve Mali Politikalar: İmparatorlukta rüşvet, sefalet ve düzensizlik hüküm sürdüğünden, Jüstinyen idareyi düzeltmek için memuriyetlerin parayla alınmasını yasaklamış, maaşları artırmış ve lüzumsuz memuriyetleri kaldırmıştır. İstanbul’u büyük bir ihtişamla yeniden inşa ettirmiş ve sınai zenginliği ile ticari faaliyetleri geliştirmeye çalışmıştır. Ancak bu büyük projeler ve masraflar, mali despotizmi artırarak imparatorluğu sefalete sürüklemiştir.
  • Din Politikası: Jüstinyen, dini muhalifleri şiddetle takip etmiş, 529’da Atina üniversitesini kapatarak pagan felsefesine kapıyı kapatmıştır. Kilise üzerinde mutlak hakimiyet kurmaya çalışmış, ancak Batı ile uzlaşma ve Doğu’daki Monofizitleri küstürmeme çabaları arasında gidip gelmiştir. Bu kararsızlık, özellikle Mısır ve Suriye’de ayrılma eğilimlerini artırmıştır.

Jüstinyen dönemi, Bizans medeniyeti tarihinde oldukça parlak bir devir olarak kabul edilir. Edebiyatta ve özellikle sanatta büyük bir ihtişam yaşanmış, Ayasofya gibi özgün mimari şaheserler bu dönemde inşa edilmiştir. Bizans sanatı, Doğu ve eski Grek geleneklerinin birleşimiyle ilk altın devrini yaşamıştır. Ancak, Jüstinyen’in hırslı politikaları imparatorluğu yorgun ve zayıf düşürmüş, ölümünden sonra (565) büyük bir tasfiye ve toparlanma süreci başlamıştır. Özellikle Maurice döneminde (582-602) ordu isyanları ve iç bunalımlar devleti sarstı, Focas’ın isyanı ile imparatorluk daha da kötü bir duruma düştü ve İranlılar Suriye, Mezopotamya ve Küçük Asya’yı ele geçirdi.

Arap Tehdidi ve İmparatorluğun Dönüşümü: VII. Yüzyılın Karanlık Devri

Bizans tarihinde VII. yüzyıl, imparatorluğun varlığını dahi tehlikeye atan ağır bir bunalım ve derin değişiklikler devridir. İmparatorluk, dışarıda önce İran, sonra ise daha da korkunç olan Arap tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. İçeride ise Bizans devletine yeni bir çehre veren derin bir değişim tamamlanıyordu. Bu döneme kadar, Bizans genel karakteri itibarıyla bir Roma imparatorluğu olarak kalmış, Latince resmi dilini korumuştu. Ancak VIII. yüzyıl başında, tamamen Bizanslı, karakteri giderek doğulu olan bir imparatorluk teşekkül etmiştir.

İmparator Herakliyus (610-641), tahta çıktığında devletin durumu ümitsiz görünüyordu. İranlılar Antakya, Şam, Kudüs ve Mısır’ı işgal etmiş, Avarlar İstanbul önünde belirmişti. Herakliyus, Patrik Sergiyus’un desteğiyle orduyu yeniden kurmuş, altı yıl boyunca İranlılarla mücadele ederek Ninova ve Ktezifon’da zaferler kazanmış, Kutsal Haçı Kudüs’e geri götürmüştür. Bu zaferler imparatorluğun itibarını düzeltse de maliye acınacak haldeydi ve ayrılma eğilimleri devam ediyordu.

Ancak VII. yüzyılın en büyük hadisesi, İslam’ın doğuşu ve Arap fetihleridir. Halife Ömer döneminde Arap orduları Suriye’ye saldırmış, Yermuk Savaşı (636) ile Herakliyus’u Suriye’den ebediyen vazgeçmek zorunda bırakmıştır. Kısa sürede Mısır ve Mezopotamya da Arapların eline geçmiş, Bizans’ın iktisadi refahı ciddi şekilde sarsılmıştır. Araplar ayrıca Kıbrıs, Rodos’u ele geçirmiş ve Bizans donanmasını mağlup ederek İstanbul’u tehdit etmişlerdir.

IV. Konstantin (668-685) döneminde, Araplar İstanbul’u beş yıl boyunca kuşatmış (673-678), ancak “Grek ateşi” sayesinde Bizans donanması Müslümanları püskürtmüş ve Arap ilerlemesi ilk kez durdurulmuştur. Bu, Bizans için büyük bir başarıydı ve imparatorluğa yeniden sükûnet getirmiştir.

Bu dönemde imparatorlukta önemli idari değişiklikler yaşanmıştır:

  • Theme Sistemi: Jüstinyen döneminden itibaren bazı vilayetlerde askeri ve sivil memuriyetlerin aynı ellerde birleştirilmesi usulü genelleştirilmiş, VII. yüzyılda Arap ve Bulgar tehlikesine karşı “Theme” (eyalet veya askeri bölge) adı verilen eyaletler kurulmuştur. Bu dairelerde idare ve kuvvet, “Stratege” adı verilen askeri bir kumandana bırakılmıştır.
  • Hellenleşme: VII. yüzyılda imparatorluk, giderek “Grek”leşmiştir. Eski Roma unvanı yerine “Allaha sadık Basileus” gibi Grekçe unvanlar kullanılmaya başlanmış, Grekçe resmi dil olmuştur. Latin unvanları kaybolmuş veya Hellenleşmiştir. Ordu ve halk arasında da Grekçe hakimiyet kazanmıştır.
  • Dini Değişim: Kilise, genel ve sosyal hayatta giderek daha büyük bir yer tutmuş, Ortodoksluk Bizans’ta milliyetle karışmıştır. İstanbul patriği, İskenderiye, Antakya ve Kudüs’ün Araplar tarafından zaptedilmesinden sonra Bizans kilisesinin yegâne başı olarak mutlak bir nüfuz kazanmıştır.

Ancak Herakliyus hanedanının sonu ve ardından gelen yirmi yıllık anarşi devresi (695-717), devleti daha da zayıflatmıştır. Bulgarlar ve Araplar tekrar ilerlemiş, Küçük Asya tahrip edilmiş, İstanbul tehdit altına girmiştir. Bu durum, İzoryalı Leon III’ün tahta çıkışı (717) ile sona ermiş, imparatorlukta yeni bir düzen ve emniyet devri başlamıştır.

İzorya Hanedanı ve İkonoklazm: Dini Çatışmalar ve Yeniden Yapılanma

İzoryalı Leon III (717-740) ve oğlu Konstantin V (740-775), imparatorluğu yeniden düzene sokmada büyük rol oynamışlardır. Leon III, tahta çıktığında Arapların İstanbul kuşatmasını (717-718) püskürtmüş, bu İslamiyet için büyük bir felaket ve Bizans için şerefli bir başlangıç olmuştur. Konstantin V döneminde Araplar’a karşı başarılar devam etmiş, Bulgar tehlikesinin de önüne geçilmiştir.

İçeride, İzoryalı imparatorlar devletin idari, iktisadi ve sosyal teşkilatında büyük işler başarmışlardır:

  • Theme Sisteminin Genelleşmesi: Sınırların korunması için Theme usulü genelleştirilerek vilayetler daha küçük ve savunulması kolay dairelere ayrılmıştır.
  • Kanun Reformları: Askeri, arazi ve deniz kanunlarıyla düzen sağlanmaya çalışılmış, Ecloga (739) adlı hukuki reformla adalet düzeltilmiş, kanuna Hristiyanca insaniyet ve eşitlik fikri sokulmuştur.
  • İkonoklazm (Resimler Kavgası): Leon III ve Konstantin V, dini resimleri yasaklayan bir reforma girişmiş, bu yüzden “ikonoklast” (resim kıran) lakabını almışlardır. Bu hareketin hem dini (batıl inançlardan rahatsızlık) hem de siyasi (manastırların aşırı zenginliği ve ruhbanların siyasi nüfuzu) sebepleri vardı. 726’da Leon III ilk emirnameyi çıkarmış, bu durum İstanbul’da ve İtalya’da ayaklanmalara neden olmuştur. Konstantin V döneminde ise mücadele daha şiddetlenmiş, rahipler takip ve hapsedilmiştir. Bu mücadele, Batı ile Bizans arasındaki ipleri koparan ağır sonuçlar doğurmuştur. Özellikle Papalık ile Bizans arasındaki ilişkiler gerginleşmiş, İtalya’daki Bizans hakimiyeti zayıflamıştır. Bu ayrılık, imparatorluğu biraz daha doğuya itmiştir.

İrene’in (797-802) Konstantin VI’yı devirerek tahta geçmesiyle birlikte, ikonoklazm karşıtı politikalar izlenmiş, İznik Ruhani Meclisi’nde (787) resimler aleyhindeki mücadele kınanmış ve resimler ibadeti geri getirilmiştir. Ancak bu dönemde dışarıda imparatorluk küçülmüş, Harunürreşid zamanında Araplar Bizans’tan vergi almaya mecbur etmiş, Şarlman’ın 800’de Batı Roma İmparatoru olarak taç giymesi Bizans için onur kırıcı bir durum olmuştur.

İkonoklazm’ın ikinci dönemi (802-842), Nicephore I (802-811) ile başlamış, ancak asıl olarak Leon V Ermeni (813-820), Michel II (820-829) ve Theophile (829-842) dönemlerinde şiddetini artırmıştır. Bu dönemde kilise ve imparatorluk arasındaki güç mücadelesi daha belirginleşmiştir. Theophile’in ölümünden sonra naibi Theodora’nın (842-856) kararıyla resimler ibadetine izin verilerek Ortodoksluk 843’te kesin olarak tesis edilmiştir. Bu mücadele sonucunda kilise, imparatorun nüfuzu karşısında daha itaatkâr hale gelmiştir.

Bu karışıklıklara rağmen imparatorluk, Theophile devrinde (829-842) kısmen toparlanmış, Bağdat Halifeliği’nin zayıflaması ve maliyenin iyi idare edilmesi sayesinde itibarını yeniden bulmuştur. İstanbul, yapıların haşmeti ve sarayların lüksü sayesinde Bağdat ile rekabet eder hale gelmiştir. Resimler kavgasının sükunete kavuşmasından sonra edebiyat ve sanat yeni bir canlılık kazanmıştır. Bizans, bu dönemde Ortodoksluğu yayma misyonunu sürdürmüş, Cyrille ve Methode gibi misyonerler Slavlara Hristiyanlığı götürerek Slav dillerinin ve alfabelerinin temellerini atmışlardır. 864’te Bulgar Çarı Boris’in Ortodoksluğu kabul etmesiyle Bizans nüfuzu Bulgaristan’da derinleşmiştir. Photius’un Roma ile münasebetleri kesmesi (867) ise iki kilise arasındaki ayrılığı daha da derinleştirmiştir.

Makedonya Hanedanı: Bizans’ın Altın Çağı

Makedonya hanedanı (867-1081), Bizans İmparatorluğu’na yüz elli yıl süren emsalsiz bir ihtişam dönemi yaşatmıştır. Bu dönemde devlet, Vasil I (867-886), Leon VI (886-912), Romain Lecapene (919-944), Nicephore Phocas (963-969), Jean Tzimisces (969-976) ve özellikle Basil II (976-1025) gibi yetenekli hükümdarlar tarafından yönetilmiştir. Bu imparatorlar, asker kökenli, güçlü iradeli, devletin büyüklüğünü düşünen ve lüzumsuz masraflardan kaçınan yöneticilerdi. Bizans İmparatorluğu’nu Doğu dünyasının büyük devleti ve Ortodoksluğun şampiyonu yapmayı hedeflemişlerdir. Bu dönemde, imparatorluk ailesine duyulan sadakat fikri güçlenmiş, hanedan için meşruiyet önemli hale gelmiştir.

Dış politikada Makedonya hanedanı, Bizans’ın sınırlarını önemli ölçüde genişletmiştir:

  • Araplara Karşı Mücadele: Girit’in (961) geri alınmasıyla Doğu denizlerindeki Bizans hakimiyeti yeniden sağlanmıştır. Küçük Asya’da tekrar taarruza geçilerek Melitene (Malatya), Edesse (Urfa), Antakya gibi önemli şehirler geri alınmış, Bizans sınırları Fırat ve Dicle’ye kadar ulaşmıştır. Ermenistan ve İberya (Gürcistan) Bizans nüfuz bölgesine girmiş, Ermeniler Bizans ordusuna ve yönetimine önemli katkılar sağlamışlardır.
  • Bulgarlara Karşı Mücadele: X. yüzyılın başlarında Çar Simeon’un (893-927) önderliğinde Bulgar tehdidi yükselmiş ve Bizans-Bulgar mücadelesi yüz yıldan fazla sürmüştür. Simeon, Konstantinopolis’i ele geçirmeyi hayal etmiş, ancak başkenti alamamıştır. Basil II, sert ve kanlı zaferleriyle “Bulgar öldürücü” unvanını almış, Bulgarlar’ı Sperchios’da (996) ve Cimbalongou’da (1014) mağlup ederek Bulgar devletini yok etmiş, Bizans’ı bütün Balkan yarımadasına yeniden hâkim kılmıştır.
  • Güney İtalya Politikası: Bizans, İtalya üzerindeki haklarından hiçbir zaman vazgeçmemiş, Basil I döneminde Adriyatik’te düzen sağlanmış, Bari ve Tarant gibi şehirler geri alınmıştır. Bu bölgede Yunan kültürü yeniden canlanmış ve yayılmıştır. Alman imparatorlarının ortaya çıkışı bazı engeller yaratsa da Bizans İtalya’daki hakimiyetini korumuştur.
  • Diplomatik Etki ve Rusya’nın Hristiyanlaşması: Bizans diplomasisi, imparatorluğun etrafında Venedik, Hırvatistan, Sırbistan gibi tabi devletleri toplamış, onları bir ilk savunma hattı olarak kullanmıştır. Misyonerlik faaliyetleriyle Bizans’ın Hristiyanlığı yayma çabaları daha da uzaklara ulaşmıştır. Kiyef Büyük Prensi Vladimir’in 988’de Hristiyan olmasıyla Rusya, Bizans medeniyetini örnek almış, sanatı, edebiyatı ve ahlakını Bizans’tan almıştır.

İç bürokraside ve medeniyette bu dönem, Bizans’ın kudret ve itibarını güçlü bir şekilde temin etmiştir. Bizans İmparatoru, Roma Sezarlarının varisi olarak orduların başkumandanı ve kanunun canlı ifadesiydi. Doğu krallıklarıyla temas neticesinde mutlak hâkim (Despot, Otokrat) haline gelmiş, Hristiyanlık ona kutsallık ve itibar katmıştır. Saray hayatındaki debdebe ve merasimlerle imparator insanüstü bir varlık gibi görünmüştür. Bürokrasinin güçlü teşkilatıyla devlet idare edilmiş, “Theme” sistemi vilayetlerde imparatorun tayin ettiği mutlak kudretli “Startej”lerin elinde toplanmıştır. Bu dönemde, Justinyen hukukunun revize edilerek Basilikler adı altında yeni bir kanunname oluşturulmasıyla hukuk reformu da tamamlanmıştır.

Makedonya hanedanı döneminde Bizans, ekonomik olarak da refah içinde olmuştur. Sanayi ve ticaret gelişmiş, İstanbul “Orta Zamanın Parisi” ve dünyanın servetini kendine çeken büyük bir antrepo haline gelmiştir. Edebiyat ve güzel sanatlarda da parlak bir dönem yaşanmış, yeniden kurulan İstanbul Üniversitesi felsefe, retorik ve fen bilimlerinde meşhur üstatlar yetiştirmiştir. Bizans sanatı, Helenistik ve Doğu etkilerini birleştirerek yeni bir altın çağ yaşamış, Saint-Luc manastırı ve Ayasofya mozaikleri gibi şaheserler yaratılmıştır. Bu sanat, Bulgaristan, Rusya, Ermenistan ve Güney İtalya gibi birçok bölgede etkisini yaymıştır.

Ancak bu refahı tehdit eden bazı zayıflıklar da belirmiştir:

  • Sosyal Mesele ve Derebeylik Ayaklanmaları: Büyük derebeylik aristokrasisinin yükselişi, fakirlerin mallarına ve hürriyetlerine tecavüz etmeleri, hükümet için hem sosyal hem de siyasi bir tehlike oluşturmuştur. İmparatorlar bu duruma karşı mücadele etmiş, ancak başarılı olamamışlardır.
  • Din Aristokrasisi ve Kilise-Devlet İlişkileri: Manastır emlakının artması hazine gelirlerini azaltmış, rahiplerin nüfuzu tahrik unsuru olmuştur. İstanbul patriğinin geniş selahiyeti ve hırsları, Roma ile mutlak kopuşa ve iki kilisenin ayrılmasına neden olmuştur. Michel Ceroularios’un hırsı, XI. yüzyılın ortasında iki kilisenin kesin olarak ayrılmasına yol açmıştır (1054).

Komnenler ve Son Yüzyıllar: Batı’nın Yükselişi ve İmparatorluğun Çöküşü

Makedonya hanedanının sona ermesiyle (1081), Bizans yeni bir krize girmiş, özellikle Normanlar ve Selçuk Türkleri gibi iki büyük düşmanla karşı karşıya kalmıştır. 1071’de Normanlar’ın Bari’yi almasıyla İtalya kaybedilmiş, aynı yıl Malazgirt Savaşı’nda (1071) Selçuk Türkleri’nin Bizans ordusunu mağlup etmesiyle Küçük Asya’nın doğu bölgeleri elden çıkmıştır. Türkler hızla ilerleyerek İznik’i (1078) ve Üsküdar’ı (1079) ele geçirmişlerdir.

Komnenler hanedanı (1081-1204), bu zorlu dönemde Bizans’a son bir ihtişam parlaklığı vermiştir. Özellikle Alexis I (1081-1118), Jean II (1118-1143) ve Manuel I (1143-1180) gibi asker kökenli imparatorlar, sarsılmış hükümdarlık otoritesini yeniden tesis ederek devleti diriltmeye çalışmışlardır.

Komnenler’in dış politikası, özellikle Batı’yla ilişkiler ve Haçlı Seferleri nedeniyle karmaşık bir hal almıştır:

  • Normanlar ve Venedikliler: Alexis Komnen, Norman tehlikesine karşı Venedik’in ittifakını sağlamış (1082), ancak bu ittifak Venediklilere geniş ticari imtiyazlar (1082) verilmesiyle imparatorluk için pahalıya mal olmuştur. Norman tehlikesi Robert Guiscard’ın ölümüyle (1085) ortadan kalksa da daha sonra Roger II ve Guillame I gibi Sicilya kralları Bizans’a karşı mücadeleye devam etmiştir. Venedikliler’in ticari gücü ve Bizans’a karşı hırsları, iki devlet arasında kalıcı bir düşmanlığa yol açmıştır.
  • Haçlı Seferleri: Birinci Haçlı Seferi (1096), Bizans için büyük bir endişe kaynağı olmuş, Latinler ile Bizanslılar arasındaki güvensizliği artırmıştır. Haçlıların Antakya’yı (1098) Bizans’a vermemesi ve Kudüs üzerine yürümesiyle ilişkiler tamamen kopmuştur. İkinci Haçlı Seferi (1147) de benzer sorunlara yol açmış, Batı, Bizans’ı “ihanetle” suçlayarak düşmanlığını artırmıştır. Manuel Komnen’in Kilikya Ermeni prenslikleri ve Suriye Latin devletleri üzerindeki hakimiyet kurma çabaları (1158), Müslümanlara karşı dirençlerini zayıflatmış ve Batı’nın Bizans’a duyduğu kini artırmıştır.
  • Doğu Politikası ve Türkler: Komnenler, Anadolu’da Selçuk Türkleri’ne karşı mücadele etmişlerdir. Alexis Komnen, birinci Haçlı seferinden yararlanarak İznik’i (1097) ve Anadolu sahillerinin önemli bir kısmını geri almıştır. Jean Komnen, Antakya ve Fırat’a kadar Bizans sınırlarını genişletmeyi hedeflemiş, Türkler’den Kastamonu’yu (1134) geri almıştır. Ancak Manuel Komnen’in Batı politikası hırsları, Türklerle mücadelede tereddütlü olmasına neden olmuş, Myriokephalon Savaşı’nda (1176) Bizans ordusu büyük bir mağlubiyet yaşamıştır.

Manuel Komnen’in ölümünden sonra (1180), Komnenler’in son imparatoru Andronik I (1183-1185) döneminde, Norman ve Macar savaşları imparatorluğu sarsmış, iç isyanlar ve anarşi başlamıştır. Latinlere karşı yapılan katliamlar (1182) Batı’nın kinini artırmıştır.

Latin İşgali ve Paleologlar Dönemi: Çöküşün Hazırlanışı

Dördüncü Haçlı Seferi (1204), Bizans İmparatorluğu için geri dönülemez bir darbe olmuştur. Haçlılar ve Venedikliler, İstanbul’u kuşatarak 12 Nisan 1204’te şehri zaptetmiş ve yağmalamışlardır. Bu olay sonucunda Bizans İmparatorluğu parçalanmış ve İstanbul’da bir Latin İmparatorluğu kurulmuştur. Ayrıca Selanik Krallığı, Atina Dükalığı ve Aka (Mora) Prensliği gibi Latin feodal beylikleri ortaya çıkmıştır. Venedik ise Ege adalarının çoğunu ve Bizans limanlarında önemli bölgeleri ele geçirerek büyük bir sömürge imparatorluğu kurmuştur.

Ancak bu parçalanmadan Bizans’ın kendisi de doğmuştur: Trabzon’da Komnen ailesi bir imparatorluk kurmuş, Epir’de Ange ailesi bir despotluk oluşturmuş ve İznik’te Teodor Laskaris (1204-1222) “Romalıların İmparatoru” unvanını alarak Bizans aristokrasisini ve kilise mensuplarını etrafında toplamıştır. İznik İmparatorluğu, yabancıların zaferine karşı vatanseverlik duygularını uyandırarak Latinlerden İstanbul’u geri alma hedefini benimsemiştir.

Latin İmparatorluğu’nun feodal yapısı, iç zaafları ve Bulgar ile Grek tehditleri nedeniyle yarım asır kadar (1204-1261) ayakta kalabilmiştir. İznik İmparatoru Jean Vatatzes (1222-1254), Latinleri Anadolu’dan kovmuş, Selçuk Türkleri’ni mağlup etmiş ve Avrupa’da ilerleyerek Selanik’i (1246) ele geçirmiş, Epir despotluğunu kendisine tabi kılmıştır. Onun ölümünden sonra Michel VIII Paleolog (1259-1282), Pelagonya Savaşı’nda (1259) Epir despotluğunu mağlup etmiş ve 25 Temmuz 1261’de Latinlerin elindeki İstanbul’u bir baskınla geri alarak Ayasofya’da imparatorluk tacını giymiştir. Böylece Bizans İmparatorluğu, Paleologlar sülalesi idaresinde yeniden doğmuştur.

Paleologlar Dönemi: Son Yüzyıllar ve Kaçınılmaz Çöküş

Paleologlar sülalesi (1261-1453) döneminde yeniden kurulan Bizans İmparatorluğu, Komnenler zamanındaki ihtişamından uzaktı. Asya’da Trabzon İmparatorluğu, Avrupa’da Epir despotluğu gibi bağımsız Grek devletleri vardı. Balkanlar’da Bulgaristan ve Sırbistan gibi genç devletler yükselirken, Asya’da Türk tehdidi her geçen gün daha korkunç hale geliyordu. İstanbul, Doğu dünyasının ve medeni hayatın merkezi olduğu parlak günlerini geride bırakmıştı.

Michel VIII Paleolog (1261-1282), imparatorluğu diriltmek için büyük çaba sarf etmiş, bazı bölgeleri Latinler’den ve diğer Grek devletlerinden geri almış, Cenevizler’in küstahlığını bastırmıştır. Papalık ve Venedik, Latin İmparatorluğu’nu yeniden canlandırma hayalinden vazgeçmemiş, özellikle Charles d’Anjou’nun Doğu’da büyük hırsları vardı. Michel VIII, Lyon Ruhani Meclisi’nde (1274) Doğu Kilisesi’ni Papalığa bağlayan bir anlaşma yaparak Papalık’tan destek bulmaya çalışmış, ancak Greklerin Roma’ya karşı sönmeyen düşmanlığı bu ince hesaplara engel olmuştur.

Son Paleologlar döneminde (1282-1453), imparatorluk iç ve dış sebeplerle kaçınılmaz bir çöküşe doğru ilerlemiştir:

  • İç Savaşlar ve Anarşi: İmparatorluğun iç mücadelesi ve isyanlarla dolu olması, dış tehditler karşısında birliğini zayıflatmıştır. Özellikle taht kavgalarında düşman devletlerden (Bulgarlar, Sırplar, Türkler) yardım istenmesi, onlara arazi ve para verilmesiyle devletin yıkımına zemin hazırlanmıştır.
  • Sosyal ve Dinsel Çatışmalar: XIV. yüzyılın ortalarına doğru sosyal ihtilaller, aşağı sınıfların aristokrasiye isyan etmesi ve Selanik’teki Zelotlar ayaklanması gibi olaylarla kendini göstermiştir. Grekler ve Latinler arasındaki dini kavgalar, kiliselerin birleşme girişimlerini (Lyon 1274, Floransa 1439) başarısız kılmış, halkın “Latinlerin külahı yerine Türk sarığının hâkim olduğunu görmeyi tercih ettik” demesine kadar varmıştır.
  • Mali ve Askeri Zayıflık: Savaşlar nedeniyle harap olan ülkede vergiler yeterli geliri sağlamamış, ticaret Venedik ve Cenevizlilerin eline geçtiği için gümrük gelirleri azalmıştır. Hazine boşalmış, paraların ayarı bozulmuştur. Ordu zayıflamış, disiplinsizleşmiş ve imparatorluğu savunamaz hale gelmiştir. Denizlerde İtalyan cumhuriyetleri hakimiyet kurmuştur.
  • Dış Tehditler:

Bulgarlar ve Sırplar: XIV. yüzyılda Sırbistan, Etienne Douchan (1331-1355) döneminde Tuna’dan Ege ve Adriyatik’e kadar uzanan güçlü bir imparatorluk kurarak Bizans için büyük bir tehdit oluşturmuştur.

Osmanlı Türkleri: Asıl büyük tehdit, Ertuğrul, Osman ve Orhan gibi üç büyük reis idaresinde ilerleyen Osmanlı Türkleri olmuştur. Bursa (1326), İznik (1329) ve İzmit (1337) Osmanlıların eline geçmiş, 1338’de Türkler Boğazlara varmışlardır. Bizanslıların iç mücadelelerinde yardım istemesiyle 1353’te Türkler Çanakkale’den Avrupa yakasına geçerek Gelibolu’ya yerleşmişlerdir. Murad I (1359-1389) Trakya’yı fethetmiş, Edirne’yi başkent yapmış (1365) ve Meriç Savaşı’nda (1371) Sırp ve Bulgarları mağlup etmiştir. Yıldırım Bayezid (1389-1402) İstanbul’u kuşatmış (1391-1395), Niğbolu Haçlı Seferi’nin (1396) başarısızlığı ile Bizans’ın kurtuluş umutları azalmıştır. Moğol istilası (Ankara Savaşı 1402) Bizans’a kısa bir nefes aldırsa da Murad II (1421-1451) tekrar taarruza geçmiş, Selanik’i (1430) ve Mora’yı ele geçirmiştir.

Paleologlar döneminde Bizans medeniyeti, çöküşüne kadar son bir edebiyat ve sanat hareketiyle canlılığını korumuştur. İstanbul okulları parlaklığını sürdürmüş, Rönesans alimlerinin öncüleri olan klasik yazarlar yeniden incelenmiştir. Sanatta da yeni bir Rönesans yaşanmış, Kariye Camii mozaikleri gibi şaheserler yaratılmıştır. Mistra despotluğu, Elenizm ve klasik edebiyatın son bir sığınağı haline gelmiş, antik Yunan mirasına duyulan ilgi yeniden uyanmıştır. Ancak tüm bunlar, yaklaşan sonu durduramamıştır.

İstanbul’un Türkler Tarafından Fethi: Fatih Sultan Mehmet II, 1451’de tahta çıkar çıkmaz İstanbul’u zaptetmeye kesin karar vermiş, Rumeli Hisarı’nı yaptırarak ve Mora’ya sefer düzenleyerek niyetini ortaya koymuştur. 5 Nisan 1453’te başlayan kuşatma, 29 Mayıs 1453’te kesin hücumla sonuçlanmıştır. İmparator Konstantin Dragases’in kahramanca direnişine rağmen, Türk ordusu şehre hâkim olmuş ve Fatih Sultan Mehmet II, Ayasofya’da namaz kılarak İstanbul’a resmi olarak girmiştir. Bu, bin yıldan fazla süren Bizans İmparatorluğu’nun sonu olmuştur.

Sonuç: Bir İmparatorluğun Mirası ve Kalıcı İzleri

Bizans İmparatorluğu, siyasi ve askeri ihtilaflar, dini çekişmeler ve sosyal değişimlerle dolu uzun ve karmaşık tarihi boyunca, basit bir Roma devamı olmanın ötesinde, kendine özgü bir “Şark devleti” karakteri geliştirmiştir. Döneminin en büyük imparatorlarından Jüstinyen’in Batı’yı yeniden birleştirme rüyasından, Herakliyus ve İzoryalılar’ın Arap ve Bulgar tehditleri karşısında devletin yeniden yapılanmasına, Makedonya hanedanının altın çağından Komnenler’in Batı ile karmaşık ilişkilerine ve nihayet Paleologlar dönemindeki kaçınılmaz çöküşüne kadar Bizans, Ortaçağ dünyasının en önemli medeniyet merkezlerinden biri olmuştur.

İmparatorluğun bin yılı aşkın varlığı, sadece askeri ve siyasi başarılarla değil, aynı zamanda benzersiz bir kültürel ve sanatsal mirasla da anılmaktadır. Ayasofya gibi mimari şaheserler, zengin mozaikler ve el yazmaları, Bizans sanatının dünya üzerindeki derin etkisini kanıtlamaktadır. Hukuk, yönetim ve dini düşünce alanındaki katkılarıyla Bizans, Doğu Avrupa, Slav dünyası ve hatta Batı üzerinde silinmez izler bırakmıştır.

Türk tarihinin en uzun ve en yakın dönemi olarak kabul edilen Osmanlı tarihiyle de Bizans’ın derin bir ilişkisi olduğu kaynaklarda belirtilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu, Bizans’tan miras aldığı bürokrasi, idare ve askerlik prensiplerini kendi zihniyetine uygun şekilde geliştirerek özgün bir karakter kazanmıştır. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethiyle Osmanlı Devleti, Bizans’ın yerleşik devlet geleneklerini ve kurumsal yapısını miras alarak bir dünya imparatorluğu haline gelmiştir.

Sonuç olarak, Bizans tarihi, “asla ölü ve unutulmaya değer bir tarih değildir”. Aksine, günümüze kadar siyasi hırslarda olduğu gibi, fikir hareketlerinde de derin izler bırakmış ve mirasını toplayan bütün milletlere gelecek için vaatler ve teminatlar taşımaktadır. Çağdaş tarih anlayışı içinde Bizans’ı anlamak, sadece geçmişi değil, bugünkü coğrafyaların ve milletlerin kültürel ve siyasi kimliklerini de daha iyi kavramak için elzemdir.

KİTAP: Bizans İmparatorluğunun Tarihi, Charles Diehl, İlgi Yayınları, 2006, İstanbul

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir