FATİH SULTAN MEHMET DÖNEMİ, GAZÂLÎ VE İSLAM DÜŞÜNCESİNDE BİLİM-EĞİTİM ANLAYIŞI
Giriş
Fatih Sultan Mehmet dönemi, Osmanlı İmparatorluğu’nun sadece siyasi ve askeri değil, aynı zamanda bilim ve eğitim alanında da büyük atılımlar yaptığı bir devri temsil eder. İstanbul’un fethinin hemen ardından başlatılan kapsamlı eğitim ve bilim seferberliği, şehrin kısa sürede bir kültür ve sanat merkezine dönüşmesinin zeminini hazırlamıştır. Bu dönemde, imparatorluğun entelektüel yaşamı, önceki İslam medeniyetlerinin zengin birikiminden beslenirken,
Gazâlî ve Alâeddîn et-Tûsî gibi önemli düşünürlerin mirası da bu canlılığa katkıda bulunmuştur. Bu blog yazısı, Fatih Sultan Mehmet dönemindeki eğitim ve bilim faaliyetlerini detaylandırırken, İslam düşüncesinin önemli simalarından İmam Gazâlî’nin eğitim ve bilim görüşlerini, onun dönemindeki medrese ve ulema eleştirilerini ele alacak; son olarak da Alâeddîn et-Tûsî’nin felsefe, kelam ve bilgiye yaklaşımını inceleyerek, bu iki düşünürün entelektüel mirasının dönemin bilim ve eğitim anlayışı üzerindeki etkisini ortaya koyacaktır. Bu sayede, dönemin entelektüel dinamikleri ve bilgiye verilen değer sunulacaktır.
Fatih Sultan Mehmet Döneminde Bilim ve Eğitim
Fatih Sultan Mehmet, eğitimi, bilimi ve bilim adamlarını hayatının merkezine koymuş bir hükümdardı. Kendisi çok iyi bir eğitim almıştı; şehzadeliği döneminde dinî ilimlerin yanı sıra felsefe ve riyaziye (matematik) okumuş, Arapça ve Farsça’yı öğrenmişti. Ayrıca tarih, coğrafya, askerlik bilgisinin yanında Latince, Yunanca ve Sırpça da öğrenmiştir. Fatih’in eğitiminde Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Hoca Zâde, Hızır Bey Çelebi ve Ali Tûsî gibi önemli bilginler etkili olmuştur.
Özellikle aklî (tıp, tabiî ilimler ve felsefe) ilimlere büyük bir merakı vardı. Peripatetik (Aristo) ve Stoik felsefeyle yakından ilgilenmiş, bu konulardaki felsefî eserleri okuyarak çevresindeki bilim adamlarıyla tartışmalar yapmaktan keyif almıştır. Onun felsefeye olan düşkünlüğünün, iktidarının kesintiye uğraması gibi kişisel sıkıntı ve buhranlarla beslenmiş olabileceği düşünülmektedir. Fatih, âlimlerin felsefî ve riyazî meseleler üzerindeki münakaşalarını saatlerce, hatta günlerce dinlemekten yorulmazdı.
İstanbul’un fethinin hemen ardından (1453 yılı, 29 Mayıs Salı gününün ertesi günü) eğitim-öğretim faaliyetlerine hızla başlanmıştır. Zeyrek’te ve Ayasofya’da ilim öğretimine geçilmiş, günümüzdeki İstanbul Üniversitesi’nin temelleri de bu tarihe dayandırılmaktadır. Fatih, kurduğu eğitim kurumlarına dünyanın her yerinden bilim adamlarını getirmiş, İstanbul’u bir eğitim, bilim, kültür ve sanat merkezi haline getirmiştir. Eğitim, bilim ve bilim adamlarını kanunlarla güvence altına alarak, âlimlerin mevkilerini, maaşlarını ve unvanlarını kesin hükümlerle belirlemiştir.
Fatih Külliyesi içerisinde Sahn-ı Seman Medreseleri gibi en üst düzeyde eğitim veren yükseköğrenim kurumları kurulmuştur. Bu külliye, cami, medreseler (Sahn-ı Seman ve Tetimme), ilkokul (Mualümhane/Darüttalim), kütüphane, imaret, aşevi, hamamlar ve Darüşşifa (hastane) gibi birçok yapıyı barındıran kapsamlı bir eğitim kompleksiydi. Bazı tarihçiler, Fatih dönemi İstanbul’unda üç medresenin kurulduğundan bahseder: Ayasofya, Zeyrek ve Sahn-ı Seman Medreseleri.
Medreselerin ders programları da büyük bir titizlikle hazırlanmıştır. Fatih, sadece konuları ve ilim dallarını değil, hangi ilim dalında hangi kitabın okunması gerektiğini de vakfiyelerde açıklamıştır. Dersler arasında Sarf, Nahiv, Akaid-Kelam, Usul-i Fıkıh, Fıkıh, Belagat gibi İslami ilimlerin yanı sıra, Hesap, Hendese (geometri), Heyet (astronomi), İlm-i Hikmet (felsefe), Hikemiyat, Tarih ve Coğrafya gibi aklî ve pozitif bilimler de yer almıştır. Fatih Külliyesi içinde hekimlerin yetiştirilmesi için Darüşşifa kurulmuş, buraya zamanının en büyük âlimleri ve hekimleri getirilmiştir.
Sahn-ı Seman Medreselerinde her biri bir müderris (ordinaryüs profesör), bir muîd (doçent) ve 15 danişmend (asistan) olmak üzere sekiz medrese bulunuyordu. Ayrıca bu medreselere öğrenci yetiştiren 8 musıla medresesi daha vardı. Toplamda 600 daimî talebe, 120 asistan, 8 doçent ve 11 ordinaryüs profesör ile Fatih Külliyesi, döneminin tam bir üniversitesi niteliğindeydi. Büyük medreselerde ilmî toplantılar ve camilerde aleni dersler (konferanslar) düzenlenirdi.
Fatih, yabancı bilim adamlarına da büyük önem vermiş, sarayına topladığı bilginlerden yararlanarak Yunanca ve Latince’den eski çağların tarih, atlas ve felsefe eserlerini Türkçe’ye çevirtmiştir. Ayrıca, eğitim kurumlarının kuruluşuyla paralel olarak, öğrencilerin ve araştırmacıların faydalanacağı kütüphaneler de kurulmuştur. Bu çabalar, Fatih’in fethi bilimin ışığında gerçekleştirmesi ve fetihten sonra da ilk işinin eğitim ve bilime sarılmak olduğunu göstermektedir.
Gazâlî’nin Eğitim ve Bilim Anlayışı
İmam Gazâlî (1058-1111), İslam düşünce tarihinde önemli bir yere sahip olup hem yaşadığı hayat hem de eserleriyle derin izler bırakmıştır. Gazâlî’ye göre eğitim, varoluşsal bir önem taşır ve temel amacı “iyi insan yetiştirmek”tir. O, eğitimi bir “davranış değişikliği süreci” olarak tanımlar ve ahlakın değiştirilebilirliğini savunur. Ona göre insan, doğuştan hem iyiye hem de kötüye elverişli olarak doğar; ancak “kötülükten hayra yönelme” kabiliyeti onun ayırt edici vasfıdır. Bu, insanın potansiyel güçlerini (akıl, zekâ, ahlak duygusu) eğitim ve kültürel ortam sayesinde geliştirebileceği anlamına gelir.
Gazâlî, kendi dönemindeki medrese öğretiminin katılığına ve yol açtığı sorunlara ciddi eleştiriler getirmiştir. Özellikle Bağdat Nizamiye Medresesi’nin Sünnî ekolü temsil etmesi ve fıkıh merkezli bir öğretime sahip olması, gelenekçiliğin akılcılığa karşı zaferi olarak yorumlanmıştır. Gazâlî, bilginin maddî menfaate indirgenmesini ve ulemanın toplumsal işlevini yerine getirememesini eleştirmiştir. Ona göre âlimler, kalp hastalığının doktorları olmalı, bilgileriyle uygun davranarak insanlara örnek teşkil etmelidirler. Ancak Gazâlî, zamanındaki birçok bilginin bu görevlerini yerine getirmediğini, hatta toplumsal çözülmeye sebep olduğunu görmüştür.
Gazâlî’nin bilgi tasnifi ve faydalı bilgi anlayışı, onun eğitim felsefesinin temelini oluşturur. O, ilimleri toplumsal fayda-zarar açısından değerlendirerek zararlı olanları elemiştir. Faydalı ilimler arasında ahlakın temelini oluşturacak bilgiyi öncelikli görmüştür. Gazâlî, her Müslüman için gerekli olan bilginin (farz-ı ayn) din bilimleri değil, ahlakın temelini oluşturacak ilim olduğunu söylemiştir. Diğer din bilimleri (fıkıh, kelam, tefsir, hadis) ise bir kısım insanın bilmesiyle diğerleri üzerinden sorumluluğu kalkan farz-ı kifaye ilimler kategorisindedir. Ancak bu ilimlerin ahlaki nitelikleri, onları elde eden ve kullanan bilginlerin kalp temizliğine ve sağlam akıllarına bağlıdır.
Ona göre Kur’an tefsir eden bir bilgin, tefsir ettiği Kur’an’dan elde ettiği bilgiyi ahlaki ölçüler içerisinde kullanabildiği ölçüde ahlaklıdır. Mantık, matematik ve tıp gibi aklî ilimleri övmüştür ve faydalı bulmuştur. Mantık ilmini, düşüncenin doğruluğunun ölçütü olarak görmüş ve “mantık bilmeyenin ilmine güvenilmez” demiştir. Matematik ilmini ise Allah’ın evrende koyduğu fiilleri ve incelikleri anlamak, Müslümanların işlerini sağlam ve estetik yapabilmeleri için gerekli görmüştür.
Tıp ilmini ise insan sağlığı için vazgeçilmez olarak değerlendirmiştir. Ancak Gazâlî, filozofların ilahiyat konularındaki bazı düşüncelerini dinen kabul edilemez bulmuştur. Ona göre, felsefenin içinde yer alan mantık, matematik ve fizik gibi ilimler din açısından bir sakınca taşımazken, filozofların bu alanlardaki başarılarının, onların din konusunda söylediklerinin de doğru olduğuna inanma tehlikesini doğurduğunu belirtmiştir. Sihir ve tılsım gibi ilimleri ise öğrenilmesi zararlı ve haram olan “mezmum” ilimler kategorisine dahil etmiştir.
Gazâlî’nin eğitim teorisinin temelinde kalp kavramı yer alır. Ona göre kalp, insanın psikolojik yapısını ifade eder ve olumlu davranışın kaynağıdır. Kalbin bilişsel mekanizması, duyuların bilgi malzemesi getiren kanallar olmasıyla başlar; bu ham bilgiler iç kuvvetler (hayal, hafıza, müfekkire, müzekkire, hiss-i müşterek) tarafından işlenir ve bilgi meydana gelir. Kalpteki bu “eserler” ya da “hayaller”, düşünme ve hatırlama ile iradeyi tahrik eder, bu da niyet, azim ve ameli (davranışı) ortaya çıkarır.
Davranışın kalitesi, bilişsel alanın (akıl ve düşünme gücü) etkisiyle belirlenir. İnsan, davranışının sonunu düşünüp iyiliğin nerede olduğunu bildiğinde hayra yönelir ve onu irade eder. Gazâlî, kalbi “sırların hazinesi”ne ve “cevherlerin madeni”ne benzetir. Bilginin kalpteki yansımasını ise ayna benzetmesiyle açıklar: Kalp, ilimlerin hakikatleri karşısında bir ayna gibidir ve bu hakikatler kalpte “tab” olunur, belirginlik kazanır. Bu bilginin kalpte belirginleşmesine vasıta olan “nur” ise şeriatte Cebrail, hikmet ehlince akıldır.
Bu, bilgi ve ahlakın iç içe olduğu bir anlayışı yansıtır. İnsan kalbinde şeytan ve meleğin askerleri arasında sürekli bir mücadele olduğunu belirtir. Şeytan, şehvet ve heva yoluyla kalbi istila ederken, melek Allah’ı zikretmekle kalbi tamir etmeye yardımcı olur. İnsanın amacı, akıl ve dini duygunun yardımıyla hevai duygulara (nefs) galip gelerek “itidal” (adalet) ve “iyi ahlak”ı (faziletler) elde etmektir. Ahlaklı olmanın temelinde “duyarlılık, kişilik, ahlaki güdüler arasındaki bağlantı” yatar. Gazâlî, öğrenmede yaparak-yaşayarak öğrenme metodunu temel alır.
Ahlaki terbiyenin “ilim ve amel ilacı” ile mümkün olduğunu söyler. İnsan önce kendini tanımalı (kalbini bilme), sonra kötü davranışa yol açan illetlerin (şeytan-vesvese) zıddıyla tedavi edilmesi gerektiğini kavramalıdır. Bu, olumlu etkileri (melek) davranışının ana motifi haline getirecek bir tabiat geliştirmekle olur. Alışkanlıklar (itiyat) bu süreçte önemli bir rol oynar; kişi uzun süre iyi bir şeye devam ettiğinde ondan zevk almaya başlar ve bu bir tabiat haline gelir.
Eğitimde tedricilik ilkesi de Gazâlî için önemlidir; alışkanlıkları değiştirirken “ahestelik ve mülayemet”e riayet edilmesi gerektiğini belirtir. Somut şeylerden soyut konulara geçişin hikâyeler ve örneklerle sağlanması gerektiğini vurgular. Çocuk eğitiminde baskı ve kaba davranışlardan kaçınılması, sevgi ve ikna yöntemlerinin kullanılması gerektiğini söyler. Ancak ödül ve ceza konusunda geleneksel yaklaşıma yakın olmakla birlikte, cezanın kontrollü ve gizli verilmesini, çocuğun utanma duygusunun devreye sokulmasını önerir. Gazâlî’ye göre eğitimin önündeki en büyük engellerden biri “bilinçsiz taklit”tir. İnsanların atalarından miras kalan taklide dayalı inanç esaslarından kopması ve gerçeği araması gerektiğini savunmuştur. Âlimlerin kendi söylediklerine uygun davranarak halka model olması gerektiğini vurgulamıştır; çünkü halk, âlimlerde gözlemlediği olumsuzluklar yüzünden onlardan istifade edemez.
Alâeddîn et-Tûsî ve Filozoflara Yaklaşımı
Alâeddîn et-Tûsî, Razi sonrası müteahhirin kelam birikimini devralan önemli bir düşünürdür. Özellikle eseri Tehafüt‘ünde Gazâlî’yi takip ederek, dini düşüncenin duyarlılıklarını da dikkate alarak Sünni kelamın klasik doktrinlerini felsefi kavramlarla birleştirmeye çalışmıştır. Bu eserin önemi Hocazade tarafından da belirtilmiştir.
Tûsî, mantık kurallarının, matematik ve astronomi sonuçlarının tartışılmaz olduğunu vurgulamıştır. Ona göre, vahyin önermeleriyle çelişen noktaların yorumlanması gerekmektedir. Tûsî, Aristoteles’i “metafizik konularda kesin bilgiye (yakîn) ulaşmanın mümkün olmadığını, ancak en uygun olanın bulunabileceğini” söyleyen bir filozof olarak övmüştür. Gazâlî gibi o da filozofların geometri ve astronomi gibi dallarda aklî delilleri başarılı bir şekilde kullanmalarına rağmen, ilahiyat bahislerinde hataya düştüklerini belirtmiştir.
Tûsî, filozofların görüşlerini Gazâlî’ye uyarak üç meselede tekfir edilmesi gerektiğini belirtir. Ancak ilahî sıfatlar bahsinde filozofların tekfir edilmemesi gerektiğini, çünkü bu görüşlerin nasslara (Kur’an ve Sünnet metinlerine) göre tevil (yorumlanma) edilebileceğini vurgular. Tûsî’ye göre filozofların bütün görüşlerinin doğru ya da bütün görüşlerinin yanlış olduğu söylenemez. Bazı görüşlerinin kesin olarak doğru olduğunu savunur; örneğin ruhani mead (ölümden sonra ruhların yaşaması) ve aklî hazzın cismani hazdan daha üstün oluşu gibi. Bazı görüşlerinin kesine yakın bir hükümle doğru olduğunu belirtir; örneğin natık nefslerin (konuşan ruhların) soyut olması gibi. Bazıları zan bildirir (örneğin nefsin beden oluştuğunda bedene bitiştiği iddiası) ve bazılarında tereddüt eder (örneğin feleklerin mücerred nefslerinin olması).
Tûsî, filozofların bazı görüşlerinin kesinlikle yanlış olduğuna hükmetse de bu noktalarda onları tekfir etmez; örneğin mümkün varlıklar arasında nedensellik iddiası gibi, çünkü bu görüşü Mutezile de savunmaktadır. Ancak alemin kıdemi (evrenin ezeli olması), Allah’tan iradenin olumsuzlanması, Allah’ın tikellere (bireysel şeylere) dair bilgisinin nefy edilmesi ve cismani dirilişin inkârı gibi konularda filozofların kesinlikle yanlış olduğuna hükmeder ve bu noktalarda onları tekfir eder. Tûsî, filozofların ruhani meadı ileri sürmelerini değil, cismani haşri (bedenli dirilişi) inkâr etmelerini eleştirmiştir. Nedensellik konusunda ise Eş’arî teorinin doğruluğunda ısrar etmiştir.
Metafizik meselelerde sadece aklın yeterli olmadığını söyleyen Tûsî, vahyin gerekli olduğunu vurgulamıştır. Ona göre filozoflar, ilahiyat bahislerinde akla mutlak bağımsızlık vermiş ve vahye kulak asmamışlardır. Böylece Tûsî, dinî düşüncenin duyarlılıklarının dikkate alındığı bir yaklaşıma sahip olmuş ve bunu müteahhirin kelamının dilini ve yönetimini kullanarak ortaya koymaya çalışmıştır. Bu durum, Tûsî’nin vahiy ve akıl arasında bir denge kurma çabasını açıkça göstermektedir.
Sonuç
Fatih Sultan Mehmet dönemi, Osmanlı İmparatorluğu’nda eğitim ve bilimin altın çağı olarak kayıtlara geçmiştir. Fatih’in bilime ve bilim adamlarına verdiği değer, İstanbul’u bir bilim ve kültür merkezine dönüştürme vizyonu, kurduğu medreseler ve kütüphanelerle somutlaşmıştır. Sahn-ı Seman gibi kurumlar hem geleneksel İslam ilimlerini hem de matematik, astronomi, felsefe gibi aklî bilimleri öğreterek kapsamlı bir eğitim sunmuştur. Fatih’in bizzat felsefeye olan derin ilgisi ve bu alandaki tartışmalara katılımı, dönemin entelektüel canlılığını pekiştirmiştir.
Bu dönemdeki düşünsel ortamda, İslam düşüncesinin iki büyük ismi, İmam Gazâlî ve Alâeddîn et-Tûsî’nin fikirleri merkezi bir rol oynamıştır. Gazâlî, eğitimi sadece bilgi aktarımı olarak değil, ahlaki bir dönüşüm süreci olarak görmüş, medreselerdeki katı öğretimi ve ulemanın dünyevi kaygılarını eleştirmiştir. Onun “iyi insan yetiştirme” hedefi, bilginin ahlakla bütünleşmesini ve kalbin manevi temizliğini vurgulamıştır. Gazâlî’nin faydalı bilgi anlayışı, aklî ilimleri takdir etmekle birlikte, vahiyden bağımsız ilahiyat spekülasyonlarına karşı çıkmıştır.
Alâeddîn et-Tûsî ise Gazâlî’nin izinden giderek, kelam ve felsefeyi uzlaştırmaya çalışmış, aklî bilimlerin doğruluğunu kabul ederken, metafizik konularda vahyin mutlak gerekliliğini savunmuştur. Filozofların bazı görüşlerini tasvip etse de vahye aykırı düşen belirli noktalarda onları eleştirmiş ve hatta tekfir etmiştir. Tûsî’nin bu yaklaşımı, dönemin entelektüel çevrelerinde akıl ve vahiy arasındaki ilişkiyi dengeleme çabalarının önemli bir yansıması olmuştur.
Sonuç olarak, Fatih Sultan Mehmet dönemi, sağlam bir eğitim altyapısı kurarak ve bilimsel tartışmaları teşvik ederek, Gazâlî ve Tûsî gibi düşünürlerin fikirlerini yeni bir sentezde birleştirmiştir. Bu dönem, bilgiye ve ahlaki erdeme dayalı bir toplum inşa etme gayretini hem kurumsal hem de entelektüel düzeyde sürdürmüştür. Bu miras, günümüz eğitim ve bilim anlayışları için de önemli dersler ve ilham kaynakları sunmaya devam etmektedir.

