İSLAM EKONOMİSİ: İLKELERİ, UYGULAMALARI VE MODERN DÜNYAYA KATKILARI
Giriş
Din ve ekonomi, toplumsal yaşamı yönlendiren ve günlük siyaseti belirleyen iki asli olgu olarak öne çıkmaktadır. Bu iki kavram arasındaki ilişki, sıkça araştırmaların konusu olmuş ve birbiriyle yakın bir bağ içinde oldukları kabul edilmiştir. Çağımızda ekonomik olaylar, milletlerarası faaliyetlerin iktisadi bir mücadeleye dönüştüğü, siyasi ve ideolojik çekişmelerin ekonomik alanda kendini gösterdiği birincil gündem maddesidir. Bu bağlamda, modern iktisat teorilerinin sıkça eleştiri konusu olduğu günümüz dünyasında, İslam ekonomisi, bireylerin maddi bağımlılıklarını azaltmayı, toplumun genel refahını sağlamayı ve sosyal adaleti öncelemeyi hedefleyen alternatif bir sistem arayışı olarak öne çıkmaktadır.
Kapitalist kültürün etkisiyle şekillenen üretim ve tüketim alışkanlıkları, modern ekonominin insani huzuru sağlama, hayatı kolaylaştırma ve ihtiyaç-kaynak dengesini koruma noktasında yetersiz kaldığı eleştirileriyle karşı karşıyadır. Bu eksiklikler, özellikle son kırk yılda Türkiye’de ve dünya genelinde İslam iktisadı üzerine yapılan ciddi çalışmaların, akademik programların ve yayınların artmasına yol açmıştır. Ancak, İslam iktisadı adı altında yürütülen çalışmaların zaman zaman mevcut iktisadi sisteme eklemlenerek, özellikle finansal işlemlerle sınırlı kalması, alternatif bir sistem olma iddiasının hakkıyla yerine getirilememesine neden olmaktadır. Bu blog yazısı, İslam ekonomisinin kökenlerini, dayandığı temel ilkeleri, üretim, tüketim, sosyal adalet ve finansman yöntemlerine ilişkin özgün yaklaşımlarını inceleyerek, onun toplumsal ve bireysel refaha katkı potansiyelini kapsamlı bir şekilde ortaya koymayı amaçlamaktadır.
İslam ve Ekonomi: Temel İlkeler ve Yaklaşımlar
İslam hukuku, dünyevi alanı düzenlediği gibi, insanların ekonomik faaliyetlerini de belirleyen kurallar içerir. Temel İslam kaynakları, modern anlamda sistematik bir ekonomik düzen yerine, bu yöndeki ilkeleri ortaya koyar. Bu durum, İslam siyasal düşüncesinde, modern çağda liberal-serbest piyasacı görüşlerden kolektivist tercihlere kadar geniş bir ekonomik düşünce yelpazesi oluşturmuştur.
İslam ekonomisinin temel aksiyomları ve ilkeleri şunlardır:
- Tevhid İlkesi: İslam iktisadının tüm sisteme nüfuz eden temel ilkesi, Allah’ın mutlak birliği (Tevhid) ve mutlak mülkiyeti kavramıdır. Bu anlayışa göre, insanlar mülkiyetin gerçek sahibi değil, Allah’ın yeryüzündeki halifeleri olarak emanetçisidirler. Bu prensip, ekonomik faaliyetleri sadece bireysel çıkarlar doğrultusunda değil, toplumsal faydayı ve ilahi rızayı gözetecek şekilde şekillendirir.
- Adalet ve İhsan İlkesi: Kur’an’da ilahi adalet, ahlaki düzenin temel taşıdır ve toplumsal ilişkilerde hakkaniyetin sağlanması ile bireylerin sorumluluklarını yerine getirmesi gerektiğini vurgular. İslam ekonomisi, bireylerin ve toplumun refahını, ekonomik dengesizliklerin çözümünü ve dezavantajlı grupların korunmasını merkeze alır. Adil bölüşüm ve toplumsal dayanışma, farz olarak tanımlanmış, yerine getirilmesi ödüllendirilen ve hukukî yaptırımları olan mutlak bir ilkedir.
- Özgür İrade ve Sorumluluk İlkesi: Kur’an, insanın özgür iradeye sahip olduğunu ve bu iradenin ahlaki sorumlulukla dengelenmesi gerektiğini belirtir. Bireyin her fiili hem dünya hayatı hem de ahiret sorumluluğu açısından bir anlam taşır. Bu, ekonomik kararların sadece maddi getirilerle değil, manevi ve ahlaki değerlerle de şekillenmesi gerektiğini ifade eder.
- Meşruiyet İlkesi: İslam’da bütün fiiller farz, mendup, haram, mekruh ve mubah olmak üzere beş kategoriye ayrılmıştır. Buna göre, çalışma hayatı, üretim, tüketim ve hukuki işlemleri de içeren her türlü tasarruf ve muamelenin, ilahi iradeye ve asli kaynaklardaki açık hükümlere uygun olması, yani meşru olması gerekmektedir. Gayrimeşru kazanç yolları kesinlikle yasaklanmıştır.
- Denge ve Kanaat İlkesi: İslam, aşırılıklardan kaçınmayı, “orta yol” ve “denge yönelimi”ni vurgular. Bu, “iktisat” (ölçülülük, tutumluluk) ve “kanaat” (yetinme, eldekiyle mutlu olma) kavramlarıyla somutlaşır. Kur’an, harcamalarda ve davranışlarda itidali emreder ve bu, sınırlı kaynakların daha etkili idaresi yerine, talepleri azaltarak ölçülü hâle getirmeye vurgu yapar. Risale-i Nur Külliyatı gibi eserler, “yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz” ayeti ile “iktisat eden geçim derdini çekmez” hadisinin tefsirini yaparak, iktisat ve kanaatin bereket getireceğini ve insanı dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştıracağını vurgular.
Mülkiyet ve Tasarruf İlkeleri:
“Mal” Kavramı: İslam inancına göre mallar, insanın dünyadaki maddi yaşamını sürdürmesi için Allah tarafından ihsan edilmiş geçim araçlarıdır. Kur’an’da mallar, “Allah’ın sizi emanetçi yaptığı/varis kıldığı mallar” (El Hadid: 7) olarak tanımlanır ve “dünyevî mallar, insan için ancak bir sınama aracıdır” (Teğabün: 15). Bu nedenle, İslam kültüründe eşya üzerindeki hakimiyet ve mülkün aslının Allah’a ait olduğu, insanların mallar üzerinde nöbetçi ve vekil olduğu düşüncesi yaygındır.
Mülkiyetin Tanımı ve Sınırları: İnsanın mülk ve mallar üzerindeki mülkiyet ve tasarruf yetkisi, dini kurallar etrafında belirlenmiş ve sınırlanmıştır. “Yerlerde ve göklerde ne varsa, Allah’ındır” (Lokman: 26) ilkesi gereğince, mülkiyet doğrudan Allah’a özgü bir haktır. İslam’da mülkiyet hakkının tanınıp tanınmadığı tartışmalı olsa da genel kabul, mülkiyet hakkının tanındığı ancak ilahi iradenin mutlaklığı karşısında ilke olarak sınırlandırıldığıdır. İslam, bireye kişisel ve doğal haklarını verirken, servet dağılımının doğal dengesini bozmamayı gözetir ve ahlaki kısıtlamalar ile yasal sınırlar getirir.
Üretim İlkeleri: Emek:
İslam kaynaklarında, meşru üretim faktörü ve gelir üretim aracı olarak emek kabul edilmiştir. Kur’an-ı Kerim, “İnsan için çalıştığının (emeğinin) karşılığından başka bir şey yoktur” (Necm: 53) hükmüyle emeği temel kazanç ve geçim yolu olarak belirlemiştir. Hadislerde de “Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı lokma yememiştir” ve “Emeğin hakkını teri kurumadan verin” gibi ifadelerle emeğin değeri vurgulanmıştır.
Emek, sadece bir ekonomik faktör değil, aynı zamanda bir kamusal hak olup, “kul hakkı” kapsamında ele alınmıştır. İşverenlerin emekçinin ücretini vermemesi durumunda Allah’ın davacı olacağına dair rivayetler, emeğin ilahi güvence altında olduğunu gösterir. İslam’da emek-sermaye ilişkileri, çıkar çatışması ve rekabet üzerine değil, “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir” ilkesi gereği karşılıklı bütünlük ve ilahi iradenin güvencesi altında değerlendirilmiştir. Bu, Liberalizm ve Sosyalizm ’den farklı bir yaklaşımdır.
Ticaret: Adalet ve Ahlak:
Ticaret, İslam kaynaklarında meşru ve hatta tavsiye edilen bir geçim yolu olarak kabul edilmiştir; Peygamber’in kendisi ve birçok sahabe tüccar olmuştur. Bu meşruiyetin sınırları ise “adalet” ilkesiyle belirlenmiştir. Adalet, bizzat Allah’ın varlığından kaynaklanan bir ilke olup, Kur’an’da birçok ayette adil olmak emredilmiştir.
Adil ticaret, hadislerde “kişinin elinin emeği ve dürüst (adil, aldatma karışmamış) alışveriştir” olarak tanımlanmıştır. Kur’an, malların haksız yollarla yenilmemesi (Nisa: 29) ve ölçü ile tartıda hile yapılmaması (A’raf: 85, Şuara: 183, Mutaffifin: 1-3) konusunda ağır yaptırımlar öngörmüştür. İslam, modern liberal serbest piyasa düzeniyle uyumlu olduğunu ileri süren yaklaşımlara rağmen, piyasaya ilkesel sınırlamalar getirir. Örneğin, mal (servet) biriktirme yasağı (“kenz”) getirilmiştir, zira geçimin ve ticaretin amacı mal biriktirme değil, geçinmedir. Seyyid Kutub’a göre kapitalizm, insan ruhuna ve dinin ruhuna aykırıdır ve İslam, insanlar arasında sınıf ve tabaka oluşmasına düşmandır.
Gelir İlkeleri: Gelir Dağılımı (Eşitlik ve Bölüşüm):
İslam inanç kaynaklarında ekonomik yaşama dair en temel ve güçlü ilke, adil bölüşüm ve toplumsal dayanışma kurallarıdır. Maddi varlığın bölüşümü ve paylaşımı, Müslümanlara farz olarak tanımlanmış, mutlak bir ilke ve dini zorunluluktur. Zekât, sadaka, fitr ve kurban gibi bölüşüm yöntemleri, hukuki kurallar olarak ilahi güvence altına alınmıştır. Bu, gelirin bir tür yeniden dağıtımı olarak tanımlanabilir.
Kur’an, varlıklı kimseleri mallarından düşkünlere vermeye uyarır (Nur: 22) ve bölüşüm yükümlülüğünün yerine getirilmemesini ilahi iradeyi tanımamakla eşdeğer tutar (Nahl: 71). Zekât, İslam’ın beş temel şartından biridir. Maun suresi, muhtaçlara yardım etmeyenleri ve zayıfları ezenleri dini yalanlamakla ilişkilendirir. Bu mekanizmalarla, “mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet hâline gelmesin diye” (Haşr: 7) toplumsal eşitsizliğin indirgenmesi amaçlanır. Peygamber’in “komşusu açken tok yatan, bizden değildir” uyarısı bu konuda kesinleştiricidir.
Bölüşümün koşulları ve ölçüsü tartışmalı olmakla birlikte, “ihtiyaçtan fazlasını” (Bakara: 219) verme hükmü, Ebû Zer gibi sahabelerce mal biriktirmenin haram olduğu şeklinde yorumlanmıştır. Bu yorum, özellikle Soğuk Savaş döneminde Ali Şeriatî, Seyyid Kutub, Nurettin Topçu ve Hikmet Kıvılcımlı gibi düşünürler için İslam içinde Sosyalizm’e yakın bir temel bulma çabasına argüman sağlamıştır.
İslam iktisadının en temel ve güçlü ilkesi, adil bölüşüm ve toplumsal dayanışmadır. Servetin belirli bir zümrede toplanmasına engel olmayı hedefler ve bu bağlamda birçok yasak ve kurum geliştirmiştir:
- Faiz (Riba) Yasağı: İslam, faizin her türlüsünü kesin bir biçimde haram kılmıştır. Faiz, sermaye sömürüsünü artıran, emeği üretim sürecinden koparan, zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştiren haksız bir kazanç olarak görülür. Bunun yerine, karz-ı hasen (faizsiz ödünç verme) teşvik edilir.
İslam inancının “haram” saydığı ve hem dinî hem de hukukî bakımdan yaptırım altına aldığı en önemli ekonomik faaliyet faizdir. Kur’an-ı Kerim, “Allah alışverişi helâl, faizi haram kıldı” (Bakara: 275) hükmünü koyarak faizi meşru görmemiştir. Faizcilik, “Allah ve elçisi tarafından savaş açılmış” bir sorun olarak nitelendirilmiş ve ağır dinî ve dünyevî yaptırımlarla donatılmıştır. Hadislerde de faiz, yedi büyük günahtan biri sayılmış ve faiz alan da vereni de lanetlenmiştir.
Faizin tanımı ve içeriği konusunda Müslüman düşünce dünyasında farklı yaklaşımlar vardır. Bazı yaklaşımlar faizi “riba” (fazlalık) kavramıyla tanımlayarak, borç verilen maddi varlıkta fiziksel artışı yasaklar. Mevdûdî gibi bazı bilginler, haram olanın “Cahiliye ribası”, yani tefecilik olduğunu, üretim ve ticarette kullanılan ödünçlerin bu yasağın dışında tutulması gerektiğini savunmuşlardır. Ancak Selefî akım ve ona yakın düşünceler, faizin her türünü, koşulsuz olarak haram kabul eder.
- İhtikar (Karaborsa) Yasağı: Malların daha yüksek fiyatla satmak amacıyla piyasaya sürülmeyip depolanması ve stoklanması haram kılınmıştır.
- Narh Koyma Yasağı: Hükümetlerin fiyatlara müdahale etmesi, İslam’ın ekonomi anlayışına ters düşer; zira alışverişte rızanın esas olması gerekir. Ancak aşırı kâr elde etmek de meşru karşılanmaz, bu noktada gabn-i yesir (yaklaşık %10’luk aşırı kâr marjı) kavramı geçerlidir.
- Kumar ve Maysir Yasağı: Kumar, haksız kazanç sağlama arzusu ve risk almaktan hoşlanma eğiliminden kaynaklanır ve kaynakların dengeli dağılımını bozar. İslam hukukunda “haram lizatihi” (kendiliğinden haram) kabul edilir.
Sosyal adaleti sağlamak ve gelir dağılımını düzenlemek için İslam, bir dizi kurumu teşvik etmiştir:
- Zekât: Zenginlerin mallarından fakirlere gelir transferini sağlayan en önemli hükümlerden biridir. Zekâtın düzenli olarak verildiği bir toplumda, açlık ve sefaletten bahsetmek zorlaşır.
- Sadaka, İnfak ve Nafaka: Zekâtın yanı sıra, fıtır sadakası, tasadduk, infak (Allah rızası için harcama) ve nafaka gibi diğer bağış türleri de devreye girdiğinde, fakirliğin ortadan kalkması ve toplumun alt tabakasının üretim faaliyetlerine katılması desteklenir.
- Vakıflar: Özellikle Osmanlı döneminde yaygınlaşan para vakıfları, İslami prensipler doğrultusunda finansman ihtiyaçlarını karşılayan ve sermaye birikiminin tek elde toplanmasını engelleyen önemli kurumlardır. Bu vakıflar, faizsiz kredi (karz), müşâreke (ortaklık) veya mudârebe (emek-sermaye ortaklığı) gibi yöntemlerle sermayeyi işletir ve elde edilen gelirleri eğitim, kültür, sağlık, altyapı ve yoksullara yardım gibi hayır işleri için kullanırdı. Para vakıfları, piyasadaki borçlanma maliyetlerini düşürerek tefeciliğin önüne geçmiş ve küçük birikim sahiplerinin de toplumsal dayanışmaya katkıda bulunmasını sağlamıştır.
- Sosyoekonomik Adaletsizlik ve Yoksullukla Mücadele: İslam, insanların doğuştan gelen eşitsizliklerini ve imkansızlıklarını göz önünde bulundurur. Yoksulluğu, hayatın tüm yönlerindeki ihtiyaçların (fiziksel hayatta kalma, anlama, üreme vb.) kritik ve gerekli seviyelerde karşılanamaması durumu olarak tanımlar. Toplumun, bu tür ekonomik hastalıkları tedavi etmesi ve herkes için sosyal ve ekonomik şartları güvence altına alması gerektiğini vurgular. Yoksulluk, maddi varlıkların yanı sıra manevi (iman ve takva) yoksulluğu da içerecek şekilde yeniden tanımlanır.
Kamu Bütçesi (Beyt’ül Mal):
İslam’ın öngördüğü kamu bütçesi, yöneticilerin kişisel mal varlıkları ile devlet hizmetinde kullanılan ekonomik değerleri ayırır ve Saltanat yönetimine özgü “hazine”den farklıdır. Bu ayrım, temel “adalet” ilkesinin bir sonucudur ve İslam’ın çıkış dönemine denk gelir.
Vergilendirme:
Kur’an’da doğrudan bir vergi tanımı bulunmamakla birlikte, zekât, İslam’ın öngördüğü genel vergileri ifade etmek üzere bir vergi olarak kabul edilebilir. İslam kaynaklarında tanımlanan ve uygulanan vergiler şunlardır:
- Öşür: Müslümanlara ait arazilerde yetiştirilen tarım ürünlerinden alınan onda bir oranındaki vergidir.
- Haraç: Müslümanlar tarafından fethedilen topraklarda yaşayanlardan alınan toprak vergisidir; arazi taşıma kapasitesine göre belirlenir.
- Devlet Arazisinden Alınan Vergiler (Kira): Devlet arazilerinin kiralanmasından elde edilen gelirlerdir.
- Cizye: Müslüman hükümetle anlaşma yapan gayrimüslimlerden kişi başına alınan makul bir vergidir; karşılığında gayrimüslimler tam koruma ve insani haklara sahip olurlar.
- Ganimet: Savaş esnasında ele geçirilen varlıkların beşte birinin devlet hazinesine ayrılmasıyla elde edilen gelirdir.
- Ticaret Vergileri: Müslüman ve gayrimüslim tüccarlardan yıllık alınan vergi türüdür. Günümüzde tüketim üzerinden alınan dolaylı vergi, İslam hukukunda tanımlanmamıştır, zira mükellefe yüklenmiş verginin tüketiciye yansıtılması İslam’ın kabul edemeyeceği bir uygulamadır.
Üretim ve Tüketim Anlayışı
İslam ekonomisi, üretim ve tüketim ilişkilerine modern iktisat teorilerinden farklı bir bakış açısı sunar. Üretim, insan ihtiyaçlarını tatmin etmek için zorunlu bir faaliyettir. Ancak bu üretim, kapitalist modeldeki “sınırsız ihtiyaçlar” varsayımına dayalı azami kâr amacından ziyade, gerçek ihtiyaçların karşılanması ve toplumsal faydanın gözetilmesi esasına dayanır. Üretim faktörleri olarak emek, tabiat, sermaye ve müteşebbis geliştirilmiş olsa da İslam fıkhına göre üretim faktörleri temel olarak “emek” ve “mal” (tabii kaynaklar ve sermaye dahil) olarak ikiye ayrılabilir.
Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın göklerdeki ve yerdeki her şeyi insanoğluna ücretsiz olarak “musahhar” kıldığı belirtilir, bu da tabiatın insan için bedelsiz üretim yaptığını gösterir. Emek, geniş anlamda ahlaki bir davranış olan “amel-i salih”i (iyi iş) ve fiziki çabayı ifade eden “sa’y”ı kapsar; dar anlamda ise sadece bir üretim faktörüdür. İslam, emeğin sömürülmesini engellemeyi amaçlar.
Tüketim ise, ihtiyaç ve arzuları karşılamak amacıyla ekonomik malların kullanılmasıdır. Ancak İslam, Batı’nın maddeci uygarlığının aksine, aşırı ve gereksiz tüketimi (“israf”) reddeder. Tüketimin, lüks ve gösterişe dayalı olması yerine, ruhsal gelişime zaman bırakacak şekilde, gerçek ihtiyaçlara yönelik olması gerektiği vurgulanır. İsraf, bir ihtiyacın karşılanması için gerekenden daha fazla kaynak, zaman veya enerji harcanması durumudur ve her toplumda hoş karşılanmaz. Tüketicinin asgari ihtiyaçları karşılanmamışken lüks harcamalar yapması, kaynakların israfı anlamına gelir. İslam, üretimin gerçek ihtiyaçların yönlendirdiği piyasa ortamında yapılmasını öngörür ve lüks ithalatın azaltılmasıyla kaynakların optimum kullanılmasına yol açacağını belirtir.
- Tüketim İlkeleri:
İsraf Yasağı: İslam hukukunda “sınırı aşma” anlamına gelen israf, maddi anlamın ötesinde, dinin belirlediği sınırları aşan tüm davranışları kapsar. İsraf, Kur’an’da “Allah, israf edenleri elbette sevmez” (Araf: 31) ve “israf edenler, şeytanların kardeşleridir” (İsra: 26-27) gibi ayetlerle şiddetle yasaklanmıştır. Kur’an, Müslümanlara makul, ihtiyacı karşılayacak ölçüde bir tüketim davranışı öğütler.
Stok-Karaborsa Yasağı: Ticari malın tüketime sunulmayıp kötü niyetle stoklanması anlamına gelen “ihtikâr” (karaborsacılık) kesin bir biçimde haramdır. Peygamber, ihtikâr yapanları “mel’un” ve “günahkâr” olarak nitelendirmiş, karaborsacılığı lanetlemiştir.
Lüks Yasağı: Kanaat: İslam inancı, tüketimde esas olarak ihtiyacın karşılanmasını ve fazlasının talep edilmemesini öngörür. Lüks, “şer” kabul edilmiş ve Kur’an ile hadislerde kınanmıştır. İslam, lükse karşı bir seçenek ve emir olarak “yetinme-kanaat” ilkesini koymuştur; Peygamber’in “Kanaat, sonsuz hazinedir” sözü bu durumu özetler. Bu bağlamda, Müslüman bir iktisat öznesi, muhteris değil, kanaatkâr bir insan tipidir.
İslam ekonomisi, Batı’daki iktisadi teorilerle karşılaştırıldığında kendine özgü bir karaktere sahiptir; zira o, sadece dünya hayatını değil, aynı zamanda ahiret hayatını da dikkate alan, hatta ahiret hayatını dünya hayatına öncülleyen bir yaklaşıma dayanır. Bu disiplin, kaynağını öncelikle Kur’an ve Sünnet’ten almaktadır. Ayrıca icma, kıyas, sahabe kavli, maslahat, istihsan, örf ve sedd-i zerîa gibi fıkıh usulü disiplinleri ve külli kaideler de İslam iktisadının diğer kaynaklarını oluşturur. İslam iktisadı, özünde İslam hukukunun “Muamelat” (insanların birbirleriyle olan davranışlarını düzenleyen kurallar) grubuna dâhil olan kural ve müesseseleri ifade eder ve bazen “el-fıkh-ul iktisat” olarak da adlandırılır. Bu bağlamda, İslam ekonomistlerinin görevi, zaten var olan iktisat anlayışını sistematik ve metodolojik bir bakış açısıyla insanlığın dikkatine sunmaktır; zira konuyla ilgili hükümler koyan Cenab-ı Hak’tır.
İslam iktisadı, sonuç odaklı değil, süreç odaklıdır. Yani önemli olan, ekonomik faaliyetlerin nasıl yapıldığı, helal ve haram kurallarına riayet edilip edilmediğidir. Bu yaklaşım, modern iktisadın “homo economicus” (fayda maksimizasyonu peşinde koşan rasyonel birey) anlayışının aksine, “homo Islamicus” (ahlaki ve manevi değerleri gözeten insan) profilini önerir.
Devletin Rolü ve İktisadi Kalkınma
İslam siyasal düşüncesinde devlet ve din ilişkileri, Ortaçağ boyunca merkezi bir konu olmuştur. İslam inancında, dünyevi ve uhrevi bütünlük esastır, dolayısıyla din ve devlet ayrılamaz bir bütündür. Medine Vesikası gibi erken dönem belgeler, İslam’ın devlet kurma faaliyetindeki ilkelerini ve toplumsal sözleşme niteliğini göstermektedir.
Devletin iktisadi alandaki rolü, kamu maliyesini yönetmek, ihtiyaç sahiplerine yardım etmek ve piyasaları düzenlemektir. İbn Haldun gibi İslam düşünürleri, üretken emeğin, iş bölümünün, nüfus yoğunluğunun ve şehirleşmenin ekonomik kalkınmadaki önemini vurgulamışlardır. Adil vergilendirmenin devletin istikrarında önemli bir rol oynadığını belirtmiş ve vergilerin temel amacının ihtiyaç sahiplerinin desteklenmesi ve toplumsal dayanışmanın sağlanması olduğunu ifade etmiştir.
İslam, iktisadi bağımsızlığın sağlanmasını da hedefler. Yalnızca hammadde ihracatı yapan, yeterli üretim yapamayan, teknoloji satın alan ve dış borçlanmaya bağımlı ülkelerin siyasi bağımsızlıklarının da tam olmayacağı vurgulanır. Sömürülmekten kurtulmak isteyen Müslüman toplumların, iktisadi teşebbüslerde bulunması, sanayi yatırımları yapması, kendi teknolojilerini üretmesi ve dünya finans sektöründe söz sahibi olması gerektiği belirtilir. Devletin, faizsiz düzene dayalı kredi işlemlerini ve para basma yetkisini kontrol etmesi, enflasyonu önlemesi (modern bir hırsızlık olarak nitelendirilir), toplumsal sirkülasyonu sağlayan yollar, köprüler gibi altyapıyı inşa etmesi ve işletmesi önemlidir.
Kalkınma, sadece ekonomik büyüme ile sınırlı kalmayıp, sosyal adalet, yaşam standartları ve gelir dağılımı gibi niteliksel faktörleri de içeren daha kapsamlı bir süreci ifade eder. İbn Haldun, toplumun yükselişini ahlaki, sosyal, siyasal, yönetsel, ekonomik ve tarihi etmenlere dayalı etkileşim temelli bir süreç olarak görmüştür. Manevi ve ahlaki yönü gelişmemiş bir toplumun sadece iktisadi cephesini kalkındırmak mümkün değildir. İslam ekonomisi, kalkınmanın ahlaki bir zeminde gerçekleşmesini sağlayarak, sürdürülebilir refahı hedefler.
Sonuç
Din ve ekonomi arasındaki ayrılmaz ilişki, İslam iktisadının temel hareket noktasıdır; zira bu yaklaşım, toplumsal yaşamı yönlendiren ve siyaseti belirleyen iki önemli olgu olarak kabul edilmektedir. İslam ekonomisi, modern dünyanın karşılaştığı iktisadi problemlere, salt finansal çözümlerin ötesinde, kapsamlı ve ahlaki bir çerçeve sunma potansiyeli taşımaktadır. Kökenlerini Kur’an ve Sünnet’ten alan, Tevhid, adalet, ihsan, özgür irade, sorumluluk, denge ve kanaat gibi temel aksiyomlar üzerine inşa edilen bu sistem, insan refahını sadece maddi değil, aynı zamanda manevi ve toplumsal boyutlarıyla ele almaktadır.
İslam iktisadı, üretimi gerçek ihtiyaçların karşılanması, tüketimi ise israftan uzak, ölçülü ve kanaatkâr bir yaşam biçimi olarak tanımlar. Faiz, karaborsa ve kumar gibi gayrimeşru kazanç yollarını kesinlikle yasaklarken, zekât, sadaka, infak ve özellikle tarihi para vakıfları gibi kurumlarla sosyal adaleti ve gelir dağılımını temin etmeyi hedefler. Devletin rolü, bu adil düzenin tesisinde, ekonomik kalkınmanın sağlanmasında ve toplumsal refahın güvence altına alınmasında hayati öneme sahiptir.
Günümüzdeki İslami finans sektörünün hızlı büyümesine rağmen, İslam iktisadının salt finansal ürünlerle sınırlı kalma riski, temel metodolojik ve kavramsal tartışmaları kaçınılmaz kılmaktadır. İslam iktisadı, Batılı etno-sentrik kavramları dönüştürerek ve kendi özgün epistemolojisi (Tevhid) üzerine kurulu analitik bir çerçeve geliştirerek, alternatif bir bilimsel disiplin olma iddiasını güçlendirmelidir. Bu, iktisat ve ilahiyat disiplinlerinin daha fazla entegrasyonu, kavramların derinlemesine yeniden tanımlanması ve ahlaki ilkelerin ekonomik uygulamaların her aşamasına nüfuz etmesiyle mümkün olacaktır.
Özetle, İslam iktisadı, sadece finansal işlemlerden ibaret bir etiket olmaktan çıkıp, tüm insanlık için daha adil, dengeli ve sürdürülebilir bir ekonomik düzen sunma potansiyelini taşımaktadır. Bu potansiyelin tam olarak gerçekleşebilmesi için, teorik altyapının güçlendirilmesi, tarihsel tecrübelerden ders çıkarılması ve bu ilkelerin reel ekonomideki uygulamalara samimi bir şekilde yansıtılması gerekmektedir. Gelecek çalışmalar, bu alandaki araştırmacıların sorumluluğunu artırmakta ve İslam iktisadının, insanı merkeze alan, maddi ve manevi refahı bir arada gözeten bütüncül bir sistem olarak hak ettiği yeri alması için yol göstermektedir.

