OSMANLI’DA TAGALLÜBE DEVRİ: ÂYANLIK DÜZENİ, MALİKÂNE SİSTEMİ VE II. MAHMUD’UN MERKEZİYETÇİ REFORMLARI

tagallübe

OSMANLI’DA TAGALLÜBE DEVRİ: ÂYANLIK DÜZENİ, MALİKÂNE SİSTEMİ VE II. MAHMUD’UN MERKEZİYETÇİ REFORMLARI

Giriş

Osmanlı İmparatorluğu’nun 18. yüzyılı, sıklıkla bir gerileme ve çözülme anlatısı içinde sunulsa da akademik tarihçilik bu dönemi merkezî otorite ile taşra güçleri arasındaki ilişkilerin radikal bir biçimde yeniden yapılandırıldığı dinamik bir dönüşüm süreci olarak ele almaktadır.

“Tagallüb” Kavramının Etimolojik ve Terminolojik Analizi

Arapça “galebe çalma”, “zor kullanarak üstün gelme” veya “hâkimiyet kurma” anlamına gelen “tagallüb”, İbn Haldun’un siyaset teorisinde devletin (mülk) kuruluşunun temel dinamiğidir. İbn Haldun’a göre, “mülk sadece tagallüble gerçekleşir” ve bu da “asabiyete” (sosyal dayanışma, grup kimliği) dayanır.

Osmanlı bağlamında “Tagallübe Devri“, klasik “adalet çemberi” idealinin ve Padişahın mutlak otoritesinin teoride ve pratikte aşındığı, taşrada gücün zorla ve yerel asabiyetler (hânedanlar) aracılığıyla ele geçirildiği bir dönemi ifade eder. Bu terim, Osmanlı tarih yazımında “Âyanlık Devri” (Age of Notables) olarak bilinen ve 18. yüzyıla damgasını vuran olguyla eş anlamlıdır. Âyanlar, yani “a‘yân-ı vilâyet” (vilayetin ileri gelenleri), başlangıçta devlet ile halk arasında arabulucu olan yerel seçkinlerken, bu dönemde ekonomik, idari ve askerî gücü “tagallüb” yoluyla şahıslarında toplamışlardır.

“Âyanlık Düzeni” (1695-1839)

Bu dönemin kronolojik sınırlarını çizmek, onun ortaya çıkış nedenlerini anlamakla doğrudan ilişkilidir. Bazı tarihçiler, dönemi 1730-1839 olarak tarihlendirir. Ancak, Âyanların “tagallüb” gücüne ulaşmasını sağlayan kurumsal mekanizmanın kökenleri daha geriye gitmektedir.

Âyanlığın bir “düzen” haline gelmesinde kritik eşik olan 1695 yılını başlangıç olarak alınır. Bu tarih, devlete ait vergi gelirlerinin “kaydıhayat” (ömür boyu) şartıyla iltizama verilmesi anlamına gelen Mâlikâne Sistemi‘nin uygulamaya konulduğu yıldır. Bu sistem, Âyanlara bölgelerinde kalıcı ekonomik ve sosyal nüfuz biriktirme imkânı tanımıştır. Dönemin sonu ise, II. Mahmud’un merkezî otoriteyi yeniden tesis etme politikalarının büyük ölçüde tamamlandığı ve Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği 1839 yılı olarak kabul edilmektedir.

Bu blog’un temel tezi, 18. yüzyıl “Tagallübe Devri”nin, basit bir “çöküş” veya “anarşi” döneminden ziyade, Osmanlı merkezî otoritesinin zayıflaması sonucu ortaya çıkan karmaşık bir yeniden yapılanma süreci olduğudur. Bu süreç, ironik bir şekilde, bizzat devletin kendi malî politikaları (Mâlikâne) tarafından tetiklenmiş, Sened-i İttifak (1808) ile siyasi bir meşruiyet anayasasına dönüşme potansiyeli göstermiş ve nihayetinde II. Mahmud’un kanlı ve radikal merkeziyetçi restorasyonu ile tasfiye edilmiştir.

Tagallübün Kökenleri: Merkezî Otoritenin Zayıflaması ve Taşra Güçlerinin Doğuşu (1695-1750)

Âyanların 18. yüzyılda devlete meydan okuyacak bir güce dönüşmesi, bir gecede gerçekleşmemiştir. Bu süreç, 17. yüzyılda başlayan ve devletin klasik yapısını temelden sarsan askerî ve malî dönüşümlerin doğrudan bir sonucudur.

Klasik Düzenin Çözülüşü: Tımar’dan Nakit Paraya

Osmanlı klasik düzeninin belkemiği, toprağa dayalı Tımar sistemi ve bu sistemin beslediği Tımarlı Sipahi ordusuydu. Ancak 17. yüzyılda Avrupa’da yaşanan “askerî devrim”, ateşli silahların ve tüfek kullanan piyadelerin (musket-wielding infantry) önemini artırdı. Tımarlı Sipahilerin (feodal süvari) savaş meydanlarındaki etkinliği azaldı.

Devletin artık toprağa kayıtlı askerlere değil, maaşlarını “nakit” (cash) olarak ödeyeceği, tüfekli piyade birliklerine (Yeniçeriler ve Sekbanlar) ihtiyacı vardı. Bu durum, imparatorluğun tüm malî yapısını, toprağa dayalı bir sistemden nakit paraya dayalı bir sisteme doğru evrilmeye zorladı.

Fiskal Dönüşümün Motoru: İltizam ve Mâlikâne (1695) Sistemleri

Devletin artan nakit ihtiyacını karşılamak için başvurduğu iki yöntem, “Tagallübe Devri”nin kapısını aralamıştır:

  1. İltizam Sistemi: Devlete ait vergi gelirlerinin (mukātaa), belirli bir süre için (genellikle 3 yıl) açık artırmada en yüksek peşin ödemeyi yapan “mültezim”e satılmasıdır. Bu sistem, devletin hazinesine hızlıca nakit para sokuyordu ancak bir sorunu vardı: Mültezimler, kısa sürede yatırdıkları parayı kârıyla çıkarmak için bölge halkına ağır vergiler yüklüyor ve bölgenin ekonomik kaynaklarını sömürüyordu.
  2. Mâlikâne Sistemi (1695): 1683’teki II. Viyana Kuşatması’nı takip eden uzun ve maliyetli savaşlar devletin hazinesini çökertince, 1695 yılında daha radikal bir iltizam türü olan Mâlikâne sistemine geçildi. Bu sistemde, vergi kaynakları artık 3 yıl için değil, “kaydıhayat” (ömür boyu) şartıyla mültezime veriliyordu.

Bu iki sistem arasındaki fark, Âyanlığın doğuşunu açıklayan anahtardır. Kısa vadeli İltizam, “vurgun” ve istikrarsızlık yaratırken; ömür boyu Mâlikâne, mültezime (yani Âyana) bölgede kalıcı olma, yatırım yapma ve en önemlisi siyasi nüfuz biriktirme imkânı verdi. Devlet, kısa vadeli nakit uğruna, taşradaki gelir kaynaklarının uzun vadeli kontrolünü (intifâ hakkı) bu yeni ve güçlü sınıfa fiilen devretmiş oldu. “Tagallüb Devri”, devletin kendi eliyle yarattığı bu yeni fiskal-ekonomik sınıfın, zamanla siyasi ve askerî gücü de ele geçirmesiyle başladı.

Ekonomik Güçten Siyasi ve Askeri Güce Geçiş

Mâlikâneler sayesinde ekonomik gücü tekeline alan Âyanlar, bu gücü hızla idari ve askerî otoriteye dönüştürdü:

  • İdari Güç (Mütesellimlik): Âyanlar, bölgelerindeki valiler (mutasarrıf) adına vergi toplama ve idari işleri yürütme görevini üstlenerek “Mütesellim” unvanını aldılar. Böylece, devşirdikleri gayriresmî ekonomik gücü, resmî idari yetkiyle perçinlediler.
  • Askeri Güç (Sekban/Sarıca): Tımar sisteminin çöküşüyle taşrada ciddi bir güvenlik boşluğu doğdu. Âyanlar hem Mâlikâne gelirlerini korumak hem de merkezî otoritenin yokluğunda bölgede asayişi (veya kendi düzenlerini) sağlamak için “Sekban” ve “Sarıca” adı verilen özel, maaşlı askerî birlikler kurdular. Bu özel ordular, onların merkezin askeri gücüne (Yeniçeriler) bağımlı olmadan “tagallüb” etmelerini, yani rakiplerini zorla ezerek hâkimiyet kurmalarını sağlayan anahtardı.

Taşrada Hânedanların Yükselişi: Âyan Profilleri

“Tagallübe Devri”, homojen bir anarşi dönemi değildi. Âyanlık olgusu, bölgeden bölgeye ve hânedandan hânedana farklılık gösteriyordu. Bu hânedanları, merkezî otorite (Bâbıâli) ile kurdukları ilişkiye göre temelde iki kategoriye ayırmak mümkündür: “Devletin Âyanları” (Partners) ve “Devlete Karşı Âyanlar” (Rebels).

“Devletin Âyanları” (Partners): Karaosmanoğulları ve Çapanoğulları

Bu grup, gücünü devletin sağladığı imkânlarla (Mâlikâne, Mütesellimlik) artıran ancak merkeze karşı genellikle itaatkâr davranan, hatta devletin askerî seferlerine kendi birlikleriyle katılan Âyan hânedanlarıdır.

  • Karaosmanoğulları (Batı Anadolu / Manisa): 18. yüzyıl ortalarından 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Batı Anadolu’nun (Manisa, İzmir, Aydın) en güçlü Âyan ailesiydi. Manisa merkezli bu aile, bölgenin vergi kaynaklarını Mâlikâne yoluyla kontrol ediyor ve geniş çiftliklerinde ticarî tarım (pamuk, buğday) yaptırıyordu. Güçlerine rağmen merkeze (İstanbul) karşı sadık bir politika izlediler. Ailenin reisi Ömer Ağa’nın 1808’de Sened-i İttifak’a imza atmak üzere İstanbul’a çağrılması, onların ulusal düzeydeki önemini göstermektedir.
  • Çapanoğulları (Orta Anadolu / Bozok-Yozgat): Bozok (Yozgat) merkezli Çapanoğulları, Orta Anadolu’da hâkimiyet kurmuş bir diğer güçlü hânedandı. Özellikle Çapanoğlu Süleyman Bey, Sultan III. Selim’e sadakatle hizmet etmiş ve devletin taleplerini yerine getirmiştir. Ancak onların bu “sadakati”, bölgedeki rakiplerine (örneğin Caniklizâdeler) karşı merkezin desteğini alarak “tagallüb” etmelerinin de bir aracıydı.

“Devlete Karşı Âyanlar” (Rebels): Pazvandoğlu Osman ve Tepedelenli Ali Paşa

Bu grup, devletin verdiği yetkilerle yetinmeyip, merkezî otoriteye açıkça meydan okuyan, devletin ordularıyla savaşan ve “tagallüb”ü fiili bir bağımsızlığa dönüştürmeye çalışan Âyanlardır.

  • Pazvandoğlu Osman (Rumeli / Vidin): Boşnak asıllı Pazvandoğlu, 1794’ten itibaren Vidin kalesini merkez yaparak Osmanlı yönetimine karşı açıkça “isyancı” bir tutum takındı. III. Selim’in Nizâm-ı Cedîd ordularına direndi ve Rumeli’de kendi otoritesini kurdu.
  • Tepedelenli Ali Paşa (Rumeli / Yanya): “Tagallüb” kavramının en somut örneğidir. Yanya Sancağı’nı “eşkıyadan arındırma bahanesiyle” ele geçirdi. Zamanla Yanya, Avlonya, Berat ve Tırhala’yı kontrolüne alarak Epir ve Arnavutluk’ta yarı-bağımsız bir devlet kurdu. III. Selim döneminde gücünü artıran Ali Paşa, II. Mahmud döneminde devlete açıkça isyan etmiş ve ancak 1822’de Hurşid Ahmed Paşa komutasındaki büyük bir merkezî ordu operasyonuyla ortadan kaldırılmıştır.

Başlıca Âyan Hânedanları (c. 1750-1830)

Âyan profillerindeki bu farklılık, “Tagallübe Devri”nin monolitik bir “feodal anarşi” olmadığını, aksine merkezin farklı aktörlerle farklı stratejiler (müzakere, ortaklık, savaş) yürüttüğü karmaşık bir siyasi arena olduğunu göstermektedir.

Âyan Hanedanı Etki Bölgesi Güç Kaynağı Merkez (Bâbıâli) ile İlişkisi Akıbeti
Karaosmanoğulları Batı Anadolu (Manisa) Mâlikâne, Mütesellimlik, Ticaret “Sadık Partner” (İtaatkâr) II. Mahmud döneminde entegre edildi, bürokrasiye dönüştü.
Çapanoğulları [12, 13] Orta Anadolu (Bozok) Mâlikâne, Mütesellimlik “Sadık Partner” (İtaatkâr) II. Mahmud döneminde gücü kırıldı, entegre edildi.
Pazvandoğlu Osman [2, 15] Rumeli (Vidin) Askeri Güç (Sekban), İsyan “Âsî” (Rebel) III. Selim tarafından yenilemedi, eceliyle öldü.
Tepedelenli Ali Paşa Rumeli (Yanya, Epir) Askeri Güç, Diplomasi, Tagallüb “Âsî” (Rebel) II. Mahmud tarafından 1822’de yenildi ve idam edildi.
Caniklizâdeler [2, 14] Karadeniz (Samsun) Mâlikâne, Askeri Güç Rekabetçi / Yarı-özerk II. Mahmud tarafından tasfiye edildi.

Zirve Noktası ve Siyasi Meşruiyet Arayışı: Sened-i İttifak (1808)

“Tagallübe Devri”, 1808 yılında, taşradaki gücün bizzat merkezi ele geçirmesi ve kendi varlığını hukuki bir zemine oturtma girişimiyle siyasi zirvesine ulaştı.

Bir Âyanın İktidarı: Alemdar Mustafa Paşa ve İstanbul Müdahalesi

III. Selim’in Nizâm-ı Cedîd reformlarına karşı çıkan Kabakçı Mustafa İsyanı (1807) ve ardından III. Selim’in tahttan indirilip katledilmesi, İstanbul’da bir otorite boşluğu yarattı. Bu kaos ortamında, Rumeli’nin en güçlü Âyanlarından biri olan Rusçuk Âyanı Alemdar Mustafa Paşa, kendi ordusuyla İstanbul’a yürüdü. Amacı III. Selim’i tekrar tahta çıkarmaktı, ancak onun ölümünün ardından IV. Mustafa’yı tahttan indirerek II. Mahmud’u Padişah ilan etti.

Bu müdahale sonucunda Alemdar Mustafa Paşa, Sadrazam vekili olarak imparatorluğun de facto yöneticisi oldu. Bu olay, “tagallüb”ün taşradan merkeze ulaştığı ve bir Âyanın imparatorluk siyasetinin merkezine oturduğu anı temsil eder.

Sened-i İttifak’ın Hukuki Tahlili: “İlk Anayasal Belge mi?”

Alemdar, gücünü pekiştirmek ve Âyan düzenini meşrulaştırmak için, Karaosmanoğulları ve Çapanoğulları da dâhil olmak üzere imparatorluğun büyük Âyan hânedanlarını İstanbul’a çağırdı. 29 Eylül 1808’de Padişah II. Mahmud ile bu Âyanlar arasında “Sened-i İttifak” (İttifak Belgesi) imzalandı.

Bu belge, Osmanlı anayasal tarihinde bir mihenk taşıdır. Sened-i İttifak, Padişahın (ve özellikle onun mutlak vekili olan Sadrazamın) “keyfî davranışlarını önlemek yolunda düzenlenmiş ilk yazılı belge” olarak kabul edilir.

  • Belgenin 4. maddesi, Sadaret Makamı’nın (yani merkezî hükümetin) “yasa dışı ve Devleti zarara sokacak işlere” kalkışması veya “mutlak yetkisini kötüye kullanarak keyfî hareketlerde bulunamayacağı” hükmünü getiriyordu.
  • Daha da önemlisi, böyle bir durumda Âyanların “el birliği ile” buna karşı koyacaklarını taahhüt etmeleriydi.
  • Bu, Padişahın mutlak egemenliğini fiilen sınırlayan, iktidarı merkez (Padişah) ve taşra (Âyanlar) arasında paylaşan bir “sözleşme” niteliğindeydi. Bu nedenle, Tanzimat’a giden yolun kapısını aralayan bir belge olarak görülmüştür.

Akademik Tartışma: Sened-i İttifak Neden Bir “Magna Carta Değildir”?

Sened-i İttifak, Padişahın yetkilerini sınırlaması nedeniyle Batı literatüründe sıklıkla 1215 tarihli İngiliz “Magna Carta”sı ile karşılaştırılır. Ancak bu karşılaştırma, iki belgenin ve ortaya çıktıkları toplumların yapısal farklılıklarını göz ardı ettiği için akademik açıdan yanıltıcıdır.

  1. Hukuki Sınıf Farkı: Magna Carta, Kral ile hukuki bir sınıf teşkil eden “feodal baronlar” arasında yapılmış bir sözleşmedir. Bu baronların veraset temelli, kraldan ayrı ve bağımsız mülkiyet hakları ve hukuki statüleri vardı.
  2. Osmanlı Sisteminde Feodalizm Yokluğu: Halil İnalcık gibi önde gelen Osmanlı tarihçilerinin belirttiği gibi, Osmanlı sisteminde (Batı anlamında) bir “feodalizm” veya “feodal sınıf” yoktur. Klasik sistemde Tımar, devlete (Padişaha) aittir; miras bırakılamaz.
  3. Âyanların Statüsü: Sened-i İttifak’ı imzalayan Âyanlar, hukuken “feodal baron” değil, Padişahın “kulu” veya “reâyâsı” statüsünde olan kişilerdi. Onların gücü, devletin verdiği görevler (Mütesellimlik, Mâlikâneler) sayesinde, yani Padişahın otoritesinden kaynaklanıyordu.
  4. Sonuç: Sened-i İttifak, iki farklı hukuki sınıf (soylular ve kral) arasında değil, tek bir hukuki çatı (Padişahın mutlak mülkiyeti) altında, merkezin (Padişah) ile merkezden güç devşiren taşra elitlerinin (Âyanlar) arasındaki bir güç mücadelesinin pragmatik bir belgesidir.

Bu yapısal fark nedeniyle Sened-i İttifak, Batı’daki gibi parlamenter bir sisteme evrilemezdi. Zira Âyanların Padişahtan bağımsız bir hukuki varlıkları yoktu. Nitekim belirtildiği gibi, bu belgenin uygulanması, demokratik bir gelişmeden ziyade, imparatorluğun Fetret Devri’nde olduğu gibi “müstakil beyliklere” bölünmesi ve “Anadolu’da Türk birliğinin zararına” bir parçalanma tehlikesi taşıyordu.

Restorasyon ve Tasfiye: II. Mahmud ve Merkeziyetçiliğin Yeniden Tesisi (1808-1839)

Sened-i İttifak ile zirveye ulaşan Âyan iktidarı, belgenin mürekkebi kurumadan çözülmeye başladı. II. Mahmud, “Tagallübe Devri”ni sona erdirmek için sabırlı, metodik ve acımasız bir strateji izledi.

Sened-i İttifak’ın Fiili İlgası: Alemdar’ın Sonu

Âyanların İstanbul’daki hâkimiyeti, merkezin bir diğer “tagallüb” gücü olan Yeniçerilerin tepkisini çekti. Sened-i İttifak’ın imzalanmasından sadece iki ay sonra, Alemdar Mustafa Paşa’nın reform girişimlerinden ve Âyanların İstanbul’daki varlığından rahatsız olan Yeniçeriler isyan etti (16 Kasım 1808). Çıkan çatışmalarda Alemdar Mustafa Paşa hayatını kaybetti.

Padişah II. Mahmud, bu olayı bir fırsat olarak gördü. Alemdar’ın ölümüyle birlikte, kendisini tahta çıkaran Âyan ittifakından ve onu sınırlayan Sened-i İttifak’tan fiilen kurtulmuş oldu. Bu olay, II. Mahmud’a, merkezî otoritesi önünde iki büyük engel olduğunu net bir şekilde gösterdi: Taşrada Âyanlar ve merkezde Yeniçeriler.

“Tagallüb”ün İki Ayağını Kırmak: II. Mahmud’un Stratejisi

II. Mahmud’un restorasyon politikası, bu iki gücü sırayla ve birbirine karşı kullanarak tasfiye etmeye dayanıyordu.

Adım 1: Âsî Âyanların Tasfiyesi (1808-1822)

II. Mahmud’un ilk hedefi, Tepedelenli Ali Paşa gibi açıkça isyan eden “âsî âyan” oldu. Merkezî otoriteyi kullanarak, bazen de Âyanları birbirine düşürerek, en tehlikeli ve yarı-bağımsız odakları temizlemeye başladı. Bu sürecin en önemli adımı, 1822’de Tepedelenli’nin büyük bir orduyla yenilgiye uğratılması ve idam edilmesiydi. Bu, taşradaki en büyük “tagallüb” odağının yok edilmesiydi.

Adım 2: Vaka-i Hayriye (1826): Merkezdeki “Tagallüb”ün Sonu

II. Mahmud’un imparatorluk çapında bir merkeziyetçilik politikası uygulamasının önündeki asıl engel, İstanbul’daki Yeniçeri Ocağı’ydı. Padişahın modern bir ordu kurmasına izin vermeyen, sürekli isyan eden ve reformları (Nizâm-ı Cedîd gibi) baltalayan Yeniçeriler, merkezin “tagallüb” gücüydü.

II. Mahmud, “Âsî” Âyanları temizleyip taşrada göreceli bir sükûnet sağladıktan sonra, 1826’da Vaka-i Hayriye (Hayırlı Olay) ile Yeniçeri Ocağı’nı topa tutarak ortadan kaldırdı.

Bu olayın “Tagallübe Devri” açısından önemi şudur: Vaka-i Hayriye, sadece bir askerî reform değil, aynı zamanda II. Mahmud’un Âyanlık sistemini tamamen bitirmesinin de ön koşuluydu. Yeniçerilerin yerine kurulan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye (Muhammed’in Muzaffer Askerleri) adlı modern, merkeziyetçi ve doğrudan Padişaha sadık ordu, Âyanların tasfiyesinde kullanılacak askerî aracı sağladı. II. Mahmud, artık Âyanların Sekban birliklerine muhtaç değildi; kendi modern ordusuna kavuşmuştu.

Restorasyonun Tamamlanması (1826-1839)

Yeni ordusuna kavuşan II. Mahmud, 1826’dan itibaren “Tagallübe Devri”ni kökten bitirmek için harekete geçti.

  • “İtaatkâr” Âyanlara (Karaosmanoğulları, Çapanoğulları gibi) karşı farklı bir strateji izledi. Onlara karşı doğrudan kuvvet kullanmak yerine, ölümlerini bekledi.
  • Âyan hânedanının reisi öldüğünde, yerlerine vârislerini (oğullarını) değil, Bâbıâli’den (merkezden) atanan maaşlı valileri veya memurları tayin etti.
  • Böylece Âyanların idari gücü olan Mütesellimlik fiilen lağvedildi.
  • Memleketin bazı bölgelerinde resmî Âyanlık müessesesi kaldırılarak, yerine doğrudan merkeze bağlı “sandık eminliği” ve “mahalle muhtarlıkları” gibi modern, merkeziyetçi idari birimler kuruldu.

Sivas Valisi Reşit Paşa ve Hafız Paşa aracılığıyla en uzak Doğu vilayetlerinde dahi merkeziyetçi örgütlenme 1839’a (Tanzimat) kadar büyük ölçüde tamamlanmıştır.

Sonuç: Tagallüb Devri’nin Mirası ve Tanzimat’a Giden Yol

II. Mahmud’un 1839’da ölümünün hemen ardından ilan edilen Tanzimat Fermanı (Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu), “Tagallübe Devri”nin resmen sona erdiğini ve yeni, merkeziyetçi bir imparatorluk düzeninin başladığını ilan ediyordu.

Onsekizinci yüzyıl “Tagallübe Devri”, Osmanlı Devleti için bir “çöküş” dönemi olmanın ötesinde, klasik sistemin iflas ettiği ve yeni bir merkez-taşra dengesinin (zorla da olsa) arandığı sancılı bir dönüşüm dönemi olarak değerlendirilmelidir. Âyanlar, bir yandan merkezî otoriteyi aşındırmış (tagallüb) ve reâyâyı sömürmüş, ancak diğer yandan (Karaosmanoğulları örneğinde olduğu gibi) bölgelerinde istikrar sağlamış, imar faaliyetlerinde bulunmuş ve devletin savaşlarına on binlerce asker temin etmişlerdir. Onlar, sistemin bir “hatası” değil, sistemin kendi (Mâlikâne gibi) politikalarının ürettiği bir “sonuç” idiler.

II. Mahmud’un tasfiyesi, Âyanların idarî ve askerî güçlerini tamamen kırmıştır. Ancak bu tasfiye, Âyan ailelerinin sosyal ve iktisadî nüfuzlarını tamamen yok etmemiştir.

Pek çok Âyan ailesi, iltizam işlerini sürdürmüş veya Tanzimat döneminde kurulan yeni eyalet meclislerinde (Vilayet Meclisleri) üye olarak “taşra eşrafı” (notables) kimliğiyle varlıklarını sürdürmüşlerdir. Cumhuriyet döneminin önde gelen aydınlarından Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun, Batı Anadolu’nun en büyük Âyan ailesinden gelmesi bu sürekliliğin bir göstergesidir. Böylece, “tagallüb” (zorla hâkimiyet) dönemi kapanmış, ancak bu ailelerin yeni bürokratik düzene “entegrasyon” süreci başlamıştır.

II. Mahmud’un Sened-i İttifak’ı ve Âyanlığı tasfiye etmesi, tarihsel bağlamında değerlendirilmelidir. Bu hareket, “demokratik düzene gidişi engellemek” olarak değil, imparatorluğun “Anadolu’da Türk birliğinin” parçalanmasını önleyen ve modern, merkeziyetçi bir devletin temellerini atan “olumlu bir hareket” olarak görülmelidir.

Sonuç olarak, “Tagallübe Devri”, II. Mahmud’un modern ve merkeziyetçi bir imparatorluk kurmak için aşmak zorunda olduğu en büyük iç engel olarak tarihteki yerini almıştır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir