islam düşüncesi

İSLAM DÜŞÜNCESİNİN TEMEL BİLEŞENLERİ: MEŞŞÂİYYE, KELÂM VE TASAVVUF

Giriş

İslam felsefesi, İslâm dinine mensup düşünürler tarafından gerçekleştirilen felsefe etkinliğidir ve aynı zamanda Müslüman felsefesi veya Arapça felsefe olarak da adlandırılır. İslam dünyası felsefeyle ilk olarak 8. yüzyıldan itibaren Bağdat merkezli yoğun tercüme hareketleri aracılığıyla tanışmıştır. Bu dönemde aktarılan felsefenin temelini, 3. yüzyılda Plotinos’un öncülük ettiği ve Eflâtun ile Aristoteles’i uzlaştırma çabası güden Yeni-Platonculuk oluşturmuştur. İslam düşüncesinin gelişimi, farklı kültürlerle kurulan ilişkilerin ve çeviri faaliyetlerinin büyük payıyla şekillenmiştir. Bu süreçte, Helenistik, İran ve Hint kültürleriyle temaslar, fikrî ve ilmî saikler yanında, Müslümanların kendi hâkimiyetlerini pekiştirmek amacıyla mevcut bilgi birikimini edinme ve böylece güç ve zaaf noktalarını anlama ihtiyacından doğmuştur.

Bu zengin etkileşim, İslâm toplumunda çeşitli fikrî fraksiyonlar ve felsefî ekoller doğurmuştur. Bu blog yazısı, İslâm düşüncesinin üç ana entelektüel hareketini – Meşşâiyye (Peripatetik felsefe), Kelâm (İslam teolojisi) ve Tasavvuf (Sûfîlik) – ele almayı, bunların temel özelliklerini, gelişimlerini ve birbirleriyle olan karmaşık ilişkilerini detaylandırmayı amaçlamaktadır. Her bir disiplinin kendi içindeki evrimi ve diğerleriyle etkileşimi, İslâm düşünce tarihinin çok katmanlı yapısını anlamak için kritik öneme sahiptir.

1. Meşşâiyye: Akıl Merkezli Bir Felsefe Gelenek

Meşşâiyye, İslâm toplumunda Aristoteles sistemini temel alan felsefî hareketlere verilen addır. Felsefe kelimesinin kökeni Grekçe “hikmet sevgisi” (filasofia) anlamına gelir ve bu terim Arapça’ya “felsefe” olarak geçmiştir. İlk İslâm filozofları, Kindî gibi isimlerle başlayarak, felsefeyi çeşitli şekillerde tanımlamışlardır; örneğin Kindî’ye göre felsefe, hikmet sevgisi, insanın gücü yettiği ölçüde Allah’ın fiillerine benzemesi, ölümü istemek, sanatların sanatı ve hikmetlerin hikmeti, insanın kendini bilmesi veya insanın gücü ölçüsünde ebedî ve küllî varlıkların hakikatini, mahiyet ve sebeplerini bilmesidir. Bu tanımlar arasında Eflâtun’a atfedilen “Felsefe insanın gücü yettiği ölçüde Allah’a benzemesidir” şeklindeki teolojik muhteva kazandıran tarif de geniş yer bulmuştur.

Meşşâî filozofların doktrinlerinin temel özellikleri şunlardır:

  • Aristoteles Mantığına Vurgu: Meşşâî filozoflar, felsefî doktrinlerini temellendirmede ve bilimsel araştırmalarında Aristoteles mantığını bir yöntem olarak kullanmışlardır. Aristoteles’in Organon adlı mantık külliyatının her bölümünü şerh, tefsir ve özetleyerek anlaşılmadık bir mesele bırakmamışlardır.
  • Rasyonalizm: Varlığın yorumunda ve diğer felsefî problemlerin çözümünde akla öncelik tanıdıkları için rasyonalist bir çizgiyi benimsemişlerdir. Vahyi kabul etmekle birlikte, akıl ile nass (metin) arasında bir çelişki söz konusu olduğunda aklı tercih etmiş ve nassı te’vil (yorumlama) etmişlerdir.
  • Sudûr Teorisi (Emanasyon): Kindî ve İbn Rüşd hariç, Meşşâîler dinî akîdedeki âlemin Allah tarafından yaratılmış olduğu fikrine karşılık, kozmik varlığın meydana gelişini sudûr teorisi ile açıklamışlardır. Bu teori, Plotinos’un Yeni-Platoncu öğretisinden gelir ve evrenin Tanrı’dan zorunlu olarak “taşması” esasına dayanır. Tanrı’dan taşan şeylerin O’na yakınlık veya uzaklıklarına göre bir değere sahip olduğunu iddia eder; Tanrı’ya yakın olan değerli, uzak olan değersizdir. Bu süreçte varlık, Bir’den (Tanrı) Nous’a (Akıl), Nous’tan Ruh’a ve oradan Madde’ye doğru bir hiyerarşi içinde yayılır.
  • Nübüvvet (Peygamberlik) ve Bilgi Anlayışı: Felsefe tarihinde ilk defa Meşşâîler, nübüvveti bir felsefe problemi olarak rasyonel açıdan temellendirmeye çalışarak felsefeye yeni bir boyut kazandırmışlardır. Onlara göre vahiy güvenilir bir bilgi kaynağıdır. Plotinos’a göre bilgi de hiyerarşik bir yapıya sahiptir: cisimler dünyası duyularla, ruh insanın özü vasıtasıyla, Tanrı ise ancak vecd yoluyla bilinebilir. Tanrı varlığın ötesinde ve niteliksiz olduğu için klasik bilgi vasıtalarıyla bilinemez, ancak mistik tecrübe ile kavranabilir.
  • Ahlâk Felsefesi: Meşşâîlerin ahlâk felsefesinin temelini mutluluk anlayışı oluşturur. Plotinus, mutluluğu ahlâkla özdeşleştirerek, ahlâkın amacını insanın mutluluğa ulaşması olarak belirler (eudaimonist). Ona göre mutluluk, aklın uygun bulacağı, yetkin ve gerçek bir yaşama bağlıdır. İnsanın en yüce amacı ve mutluluğu, Tanrı’dan çıkmış olan ruhunun yeniden Tanrı’sına kavuşmasıdır. Bu, bedensel hazlardan uzaklaşıp ilahi varlığı aracısız düşünme ve algılama ile mümkündür. Ruhun güzelliği, maddeden arınarak akla ve ruhsal olana yönelmesiyle, yani erdemlerle elde edilir.

Meşşâî filozoflar, İskenderiye okulu vasıtasıyla kendilerine intikal eden antik ve Helenistik düşünce ürünlerini yorumlarıyla birlikte tanıdıklarından felsefî doktrinleri yer yer eklektik unsurlar taşır. Fârâbî ve İbn Sînâ gibi isimler, Aristoteles’ten gelen ruh anlayışını geliştirmiş, ölümden sonra ruhun varlığını devam ettirmesi hususunda ondan ayrılmışlardır.

2. Kelâm: İnançların Akılcı Savunusu

Kelâm, İslâm dininin akaid konularını irdeleyen ve tarihî olarak bu çerçevede gelişen dinî-felsefî teorilerle ilgilenen ilim dalıdır. İmanla ilgili konu ve sorulara izah ve ispat getirme amacıyla geliştirilen teolojik felsefenin adıdır. Kelâmın amacı, İslâm’ın inançla ilgili öğelerini gerek Hıristiyanlık, Yahudilik, Mazdeizm gibi diğer dinlerin teolojilerine, gerek İslâm’ın içinden çıkmış “sapkın” mezheplere, nihayet Yunan tarzındaki felsefenin tezlerine karşı savunmaktır.

Kelâmın tarihsel gelişimi ve ana özellikleri:

  • Doğuşu ve Problemleri: Kelâm, ilk olarak Muhammed’in ölümünden sonra İslâm toplumunda beliren “siyasi” nitelikteki sorunlar arasında ortaya çıkmıştır. Bu tartışmalar, halifelik, büyük günah işleyenlerin durumu, iman-amel ilişkisi ve insanın eylemlerinde seçme özgürlüğü ile kader/tanrısal takdir arasındaki ilişkiler gibi konuları içermekteydi.
  • Mu’tezile: 9. yüzyılda Nazzam, Allaf, Cahiz gibi isimler tarafından temsil edilen Mu’tezile, insan, toplum ve Tanrı üzerine tutarlı görüşler geliştirmiştir. Kendilerini “Tanrı’nın birliğini ve adaletini savunan insanlar” olarak adlandırmışlar, Tanrı’yı akıllı bir varlık olarak görmüş ve insanın da akla dayanarak Tanrı hakkında doğru bilgiler edinebileceğini savunmuşlardır. İnsan eylemlerinde seçme özgürlüğünü vurgulamış ve iyi ile kötünün şeriat tarafından belirlenmeden önce nesnel olarak var olduğunu ileri sürmüşlerdir.
  • Eş’ariyye: Ebü’l-Hasan el-Eş’arî’nin kurduğu Eş’ariyye, Tanrı’nın mutlak irade ve kudretini vurgulamış, evrendeki her şeyin Tanrı tarafından anlık olarak yaratıldığını savunmuştur. Nedensel zorunluluğu reddederek (occasionalism), nesnelerin eylemlerini gerektiren bir doğalarının ve özlerinin olmadığını iddia etmişlerdir. Onlara göre, ateşin pamuğu yakması gibi olaylar, Tanrı’nın belli bir âdeti (alışkanlığı) gereği gerçekleşir, ancak bu âdetin bozulması da mümkündür (mucizeler). İyi ve kötü, Tanrı’nın emriyle belirlenir, nesnel bir iyi ve kötü yoktur.
  • Gazâlî’nin Rolü: Gazâlî, Eş’arî Kelâm geleneğinin güçlü bir savunucusudur. Tehâfütü’l-felâsife (Filozofların Tutarsızlığı) adlı eseriyle Meşşâî filozoflara karşı şiddetli eleştiriler yöneltmiş, onların evrenin ezeli oluşu, Allah’ın cüz’îleri bilmemesi ve ahiret hayatının ruhanîliği gibi konulardaki görüşlerini dinî naslarla çelişir bularak küfür veya bid’atla itham etmiştir. Gazâlî’nin eleştirileri, filozofların kullandıkları delillerin mantıkî geçerliliğini ve “genel-zorunlu-doğru” oldukları iddialarını sorgulamaya odaklanmıştır. Ona göre, neden-sonuç ilişkisi dış dünyada zorunlu bir ilişki değildir, sadece zihinsel alanda geçerli mantıksal bir zorunluluktur.
  • Fahreddin er-Râzî’nin Katkısı: Râzî, Kelâm ve felsefe ilişkisinde bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Asıl branşı Kelâm olmasına rağmen, Kelâm yaparken felsefeci gibi hareket etmiş, İbn Sînâ mirasıyla tanışarak Kelâmı felsefî bir hüviyetle ele almıştır. O, Kelâmı felsefî bahisleri de içine alan, varlık ve eklentilerini nazar yöntemiyle araştıran küllî bir disiplin haline getirmiştir. Râzî, Kelâm ile felsefe arasında bir uzlaşı sağlamış, felsefeyi reddetmek yerine ondan yararlanmayı savunmuştur. Şüpheci karakteriyle bilinen Râzî, “şüphecilerin imamı” lakabıyla anılmış ve kesin bilgiye ulaşma arayışında farklı disiplinlerden yararlanmaktan çekinmemiştir.

3. Tasavvuf: Mistik Tecrübe ve İçsel Arınma

Tasavvuf, İslam’ın iç veya mistik yüzü olarak tanımlanır; Kur’an ve hadislerde terim anlamıyla geçmemesine rağmen, Peygamber’in Hira mağarasında inzivaya çekilmesi gibi uygulamalarla ilişkili görülür. Hedefi “insan-ı kâmil” olmak, yani kişiliği kötü huylardan temizleyip ruhu pak ederek olgunluk ve kemale ermektir.

Tasavvufun bilgi kuramı ve temel kavramları:

  • Bilgi Kaynakları: Tasavvuf, aklı, nakli ve vahyi kabul etmekle birlikte, bilginin özel bir şekli olan ilhama dayanır. İlhamın ancak arınmış, temiz bir kalbe gelebileceğine inanılır. Tasavvufi bilgi, tefekkür (meditasyon) ve Mürşid-i Kâmil vasıtasıyla elde edilir ve şüphe içermez. Ancak tasavvufun başlangıcında şüphe ve insanın içine düştüğü kalbi zihni boşluktan kaynaklanan bir arayışın olduğu da belirtilir.
  • Vecd (Ecstasy): Tasavvufta ruhun duyular üstü dünyaya dönmesi ve Bir ile mistik bir kaynaşma yaşaması vecd hali olarak tanımlanır. Vecd haline düşüncenin en yüksek biçimi tarafından dahi erişilemez; o, yalnızca bir esrime (ecstasy) durumu içinde olmaktadır. Vecd halinde ruh, kendi düşüncesini aşar, Tanrı’nın ruhu içinde kendisini kaybeder ve Tanrı ile bir olur. Bu, Tanrı’ya mistik bir geriye dönüş olarak nitelendirilir.
  • Varlık Hiyerarşisi ve Sudûr: Yeni-Platoncu öğretiye göre, Tanrı’dan taşan şeyler, O’na yakın veya uzak oluşlarına göre bir değere sahiptir. Varlık hiyerarşisinde aşağıya inildikçe yetkin olmayana, çoğulculuğa ve değişime ulaşılır. Maddenin “iyi”nin tam karşıtı olduğu ve Tanrı’ya en uzak şey olduğu için “kötü” olarak nitelendirildiği belirtilir.
  • Reenkarnasyon ve Kurtuluş: Plotinus tarafından tutarlı bir şekilde benimsenen reenkarnasyon fikrine göre, ölümsüz insan ruhunun kaderi önceki yaşamındaki tutumuna bağlıdır. Ruhun bir bedene bağlanmaktan kurtulması ve duyular-üstü dünyaya dönmesi, ruhun duyulur dünyadan tamamıyla uzaklaşıp “düşünülür” dünyaya yönelmesine bağlıdır.
  • Vahdet-i Vücud (Unity of Being): Özellikle İbn Arabi tarafından sistemleştirilen Vahdet-i Vücud ekolü, Tasavvufun felsefi tartışmalarında önemli bir yer tutar. Bu anlayışa göre, en üstte Plotinos’un Bir Olan’ına benzeyen, hiçbir belirleme almamış, “gizli”, “kapalı”, “belirsiz” bir varlık (Tanrı) bulunur. Tüm evren bu gizli varlığın safha safha açılmasıdır. Madde alemi, gizli varlığın en son “tezahür”üdür.
  • Ahlâk Anlayışı: Tasavvuf, pratik ve ahlâkî bir hareket olarak ortaya çıkmıştır; inziva, riyazet ve ibadet gibi tekniklerle bireysel mutluluk ve kurtuluşu hedefler. Ruhun dış gerçekliği örgütlediği ve nesneleri canlı, düzenli hale getirdiği; bunu yaparken ihtiyaç duyduğu zihinsel desteği idealardan devşirdiği ifade edilir.

Kelâm ve Felsefe ile Etkileşim:

Kelâm ile Tasavvuf hem düşünce tarzı hem de epistemolojik anlayış açısından başlangıçta farklı disiplinlerdir. Gazâlî, tasavvufî düşünce ile Sünnî Kelâmı uzlaştırmaya çalışmış. Râzî de, Kelâmcı olmasına rağmen tasavvufa mesafeli durmamış, bazı Kelâmî meseleleri temellendirirken tasavvuf literatüründen yararlanmıştır. Hatta sûfîleri “insanlar arasındaki en hayırlı topluluk” olarak tanımlamıştır. Ona göre Kelâmın nazar ve istidlal metodu ile Tasavvufun riyazet ve mücahede metodu, kişiyi doğruya daha çok yaklaştırır. Ancak Râzî’nin düşünce sisteminde son söz her zaman aklın olmuştur; o, sezgi ve ilhamdan ziyade kudsî kuvvete inanmıştır.

İşrâkīlik, 12. yüzyılın sonlarına doğru Meşşâîliğe karşı doğmuş, mistik tecrübe yöntemiyle gerçek bilgiye ulaşılacağını savunan bir felsefe akımıdır. Sühreverdî’nin kurduğu bu felsefe, Platon felsefesi, eski İran hikmeti ve Hermetik gnostisizmden etkilenmiştir. İşrâkīlik’te varlığın yorumu, sudûr teorisindeki “akıllar”ın yerini “nurlar”ın aldığı hiyerarşik bir sistemle açıklanır. En üstte “nurlar nuru” olan Tanrı bulunur ve ondan aşağı düzeydeki nurlar (varlıklar) sudûr yöntemiyle meydana gelir. İşrâkīlik, mistik zevk ve duyguları esas aldığı için geleneksel ve akademik felsefeye biraz uzak düşerek “teozofi” olarak kabul edilmiştir.

Sonuç

İslam düşünce tarihi, Meşşâiyye, Kelâm ve Tasavvuf gibi üç büyük entelektüel hareketin dinamik etkileşimiyle şekillenmiştir. Bu disiplinler, bazen çatışan, bazen de birbirini besleyerek sentezlenen bir ilişki içinde varlığı, Tanrı’yı, insanı ve bilgiyi anlamaya yönelik derinlemesine çabalar ortaya koymuştur.

Meşşâiyye, Yunan felsefesinden devraldığı akılcı ve sistemli yaklaşımla, özellikle sudûr teorisi ve rasyonalizm ile İslam düşüncesine yeni bir boyut kazandırmıştır. Fârâbî ve İbn Sînâ gibi filozoflar, bu miras üzerinde özgün sistemler kurarak bilginin ve varlığın anlaşılmasına önemli katkılarda bulunmuşlardır. Ancak bu akılcı yaklaşım, dinî naslarla çelişebilen bazı metafizik tezleri nedeniyle Kelâmcıların eleştirilerine maruz kalmıştır.

Kelâm, İslam inançlarını akılcı delillerle savunma ihtiyacından doğmuş, özellikle erken dönemdeki siyasi ve teolojik tartışmalarla gelişmiştir. Mu’tezile’nin akılcılığı ile Eş’ariyye’nin mutlak ilahi kudreti vurgulayan nedensellik inkârı arasındaki gerilim, Kelâmın temel karakteristiğini oluşturmuştur. İmam Gazâlî, Tehâfütü’l-felâsife ile felsefeye yönelik eleştirel bir dönemi başlatmış, filozofların “genel-zorunlu-doğrular” iddialarını sorgulayarak Kelâmın metodolojik ve entelektüel derinliğini artırmıştır. Daha sonra Fahreddin er-Râzî, Kelâmı felsefî bir hüviyetle ele alarak, iki disiplin arasında bir köprü kurmuş ve felsefî Kelâm dönemini başlatmıştır. Râzî’nin şüpheci ve eklektik yaklaşımı, farklı düşünce akımlarını ortak bir paydada buluşturma çabası olarak yorumlanabilir.

Tasavvuf ise İslam’ın mistik ve içsel boyutunu temsil ederek, ruhsal arınma ve ilahi hakikate mistik tecrübe yoluyla ulaşmayı hedeflemiştir. Vecd ve ilham gibi bilgi kaynaklarına verdiği önemle, duyusal ve rasyonel bilginin ötesinde bir kavrayış sunmuştur. Özellikle İbn Arabi’nin Vahdet-i Vücud teorisi, tasavvufu büyük bir ontolojik sisteme dönüştürerek felsefeyle iç içe geçmesine neden olmuştur. Tasavvuf, hem ahlaki yaşamın pratik yönüne odaklanmış hem de insanın kendi özünü keşfetme ve ilahi kaynağa dönme çabasını vurgulamıştır.

Bu üç ana akım, İslâm uygarlığının entelektüel zenginliğini oluşturmuş ve Batı düşüncesine de önemli tesirlerde bulunmuştur. Her biri kendi epistemolojik temelleri, metodolojileri ve varlık anlayışlarıyla, İslâm medeniyetinin düşünsel evrimine katkıda bulunmuş; zaman zaman keskin tartışmalara girmiş olsalar da nihayetinde İslâm dünyasının zengin ve çeşitli bir düşünsel geleneğe sahip olmasını sağlamışlardır. Günümüzde de bu geleneklerin incelenmesi, geçmişin ışığında geleceği anlamak ve küresel felsefe tartışmalarına katkıda bulunmak adına büyük önem taşımaktadır.

Kaynakça

AYDIN, Hasan. (2019). “Gazâlî ve İbn Rüşd’de Nedensellik Tartışması ve Bilim Tarihindeki Yansımaları”. Erdem Dergisi, (656895), 87-125.

Gazâlî, E. H. (1927). Tehâfüt el-Felâsife. Tahkik: Maurice Bouyges, Beyrût.

KAYA, Mahmut. “FELSEFE”. TDV İslâm Ansiklopedisi. https://islamansiklopedisi.org.tr/felsefe#1 (Erişim Tarihi: 22.08.2025).

“Kelâm”. Vikipedi, Özgür Ansiklopedi. Erişim Tarihi: 24 Mayıs 2024.

Störig, H. J. (2015). İlkçağ Felsefesi. İstanbul: Yol Yayıncılık.

Taşkın, Bilal. (2021). “Osmanlı Entelektüel Düşüncesinin Bileşenleri: Kelâm, Felsefe Ve Tasavvuf: Kemalpaşazâde Ve Risâleleri Üzerinden Bir İnceleme”. Trabzon İlahiyat Dergisi 8/2.

“Tasavvuf”. Vikipedi, Özgür Ansiklopedi. Erişim Tarihi: 24 Mayıs 2024.

Uludağ, Süleyman. (2014). Fahrettin Râzî. İstanbul: Harf Yayınları.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir