devlet

MEDİNE VESİKASI’NDAN MODERN EGEMENLİK TARTIŞMALARINA: İSLAM’DA DEVLET ANLAYIŞI

Giriş

İslam medeniyetinin siyasal ve ekonomik düşünce tarihi, Antik Grek medeniyetinden miras kalan Batılı tarihsel şablonlardan farklı, kendine özgü bir gelişim çizgisi izlemiştir. Bu özgünlük, temel olarak Hristiyan ve İslam teolojileri arasındaki yapısal farklılıklardan kaynaklanmaktadır. Hristiyanlık, St. Augustin’in geliştirdiği “İki Dünya” (Tanrı’nın Ülkesi ve Yeryüzü Ülkesi) ayrımına dayanırken, İslam inancı ve geleneksel kültürü, ilahi alanla dünyevi alan arasında bütünlük gözeten monolitik bir yapıya sahiptir. Bu durum, İslam’ın toplumsal inşasının, uhrevî ve dünyevî bütünlük (ayrılmazlık) ilkesi etrafında gerçekleştiğini göstermektedir. İslam siyaset düşüncesi, tarihsel süreç boyunca Batı’nın modern devlet ve demokrasi kavramlarıyla sürekli bir yüzleşme içinde olmuş; özellikle Batı’nın kendine özgü tarihsel tecrübesi bağlamında gelişen egemenlik (hâkimiyet) kavramı, İslam düşüncesinde önemli bir tartışma konusu haline gelmiştir.

Bu blog yazısı, İslam’ın siyasal ve ekonomik düşüncesini temel kaynaklar, önde gelen düşünürler ve tarihsel süreç içindeki evrimi üzerinden kapsamlı bir şekilde inceleyerek, modern seküler yaklaşımlardan ayrılan özgün niteliklerini ortaya koymayı hedeflemektedir. Medine toplumunun ilk devlet deneyiminden, hilafet ve saltanat dönemlerine, klasik ve modern İslam düşünürlerinin devlet anlayışlarına ve güncel egemenlik tartışmalarına değinilerek, İslam siyaset düşüncesindeki devlet anlayışı akademik bir dille ele alınacaktır.

İslam’da Devlet Oluşumunun Temelleri ve Erken Dönem Anlayışları

İslam tarihinde devlet oluşumu, Akabe biatları ile başlayan bir süreç içinde gelişmiştir. Hz. Peygamber’in önderliğindeki Medine toplumu, Batılı modellerden tamamıyla farklı özelliklere sahip, siyasi güç örgütlenmesinin tüm fonksiyonlarına sahip özgün bir yapı sunmuştur. Bu yapı, etnik farklılaşmaya dayalı katı üyelik kalıpları içermemesi ve toplumun her kesiminin katılımına açık şûra uygulamaları barındırmasıyla Atina şehir devletinden ayrılmıştır.

Medine Vesikası (Anayasası), kabileye dayalı üyelik anlayışını temelden sarsarak yeni bir siyasi üyelik tanımı getirmiş ve Hz. Peygamber’in kapsamlı liderliği, daraltılmış otorite kalıplarını aşan bir devlet anlayışını beraberinde getirmiştir. Bu dönem, “Asr-ı Saadet” olarak adlandırılmış ve İslam inanç ilkelerine en uygun siyasal örnek kabul edilmiştir. Şûra yöntemi, Kur’an-ı Kerim’in “iş konusunda onlarla görüş alışverişinde bulun” (Âli İmran: 159) ve “onlar işlerini aralarında danışarak yaparlar” (Şura: 38) hükümleriyle ilahi bir emir olarak kabul edilmiş ve modern demokratik siyasal düzenle uyumlu olduğu ileri sürülmüştür.

İslam siyasal düşüncesinde devletin temel kuramsal çerçevesi, ilahi iradenin mutlak egemenliği ilkesine dayanır. Kur’an-ı Kerim, devlet yapısıyla ilgili doğrudan hükümler içermemekle birlikte, otoritenin kaynağının Allah’a ait olduğunu açıkça belirtir: “Hüküm yalnızca O’nundur” (Kasas: 70; Yusuf: 40). Bu temel ilke, insan aklına veya düşüncesine dayalı bir hukuksal kaynağa yer bırakmaz; hukukun kaynağı doğrudan Allah’ın iradesidir. İslam hukukuna göre yeryüzü, “Dar’ül İslam” (İslam alanı) ve “Dar’ül Harb” (savaş alanı) olarak ikiye ayrılır; İslam hukuku ile yönetilmeyen her türlü beşerî yönetim tarzı gayrimeşru kabul edilir.

Fıkıh kavramı, sözlükte “anlamak, bilmek” anlamına gelse de İslam dinine ait bir kavram olarak “İslam hukuku” anlamında kullanılır. Fıkıh, Kur’an ve Peygamberin sünnetine dayanarak ilahi emirlerin ifadesidir ve İslam inancının dünyevi ilkelerini ve kurallarını içerir. İslam düşüncesinde devlet, arkasındaki ilahi iradeye ve buyruğa bağlı olarak, Allah’ın iradesinin yeryüzündeki görünümü ve uygulanışı olarak kabul edilir. Yönetici, mutlak surette dinî bir kimlikle ve sorumlulukla donatılmıştır; İslam’da hukuk, devletten önce ve üstündür, bağımsızdır ve devletin başı hukuka, yani şeriata bağlı kalmak zorundadır. Bu bağlamda, Müslümanlara devlet düzenine, yönetime ve yöneticiye bağlılık, dini bir inanç ilkesi ve yükümlülük olarak sunulmuştur. Yöneticilere itaat, Allah’a ve Peygamber’e bağlılıktan hemen sonra gelir ve Müslümanlığın bir şartı olarak belirlenmiştir (Nisa: 59).

Hz. Peygamber’in vefatından sonra siyasi liderliğin tesisi, hilafet sistemine geçiş ile sonuçlanmıştır. Hz. Ebû Bekir’in halife seçilmesiyle başlayan bu yeni dönemde siyaset ve devlet, insanın sorumluluk, kabiliyet ve ehliyet alanı içinde kavranmıştır. Ehl-i Sünnet’e göre siyasi liderliğin tesis edilme yöntemi ümmetin şûrası ve biatı şeklinde ortaya konmuştur. Buna karşılık, Şîa, siyasi liderliğin tayininde nassın (ilahi metin) esas alınması gerektiğini savunmuş ve tevarüs esasına dayalı bir imâmet teorisi geliştirmiştir. Emevilerle başlayan dönemde ise siyasi liderliğin oluşumunda tevarüs ve saltanat sistemine geçişle birlikte devlet anlayışında farklılıklar ortaya çıkmıştır.

Bu durum, halifelik tarzının terk edilerek babadan oğula geçen saltanat tarzı olmuştur ve İslam öncesi kabile kültürünün etkileri, Müslüman fetihleriyle genişleyen coğrafyanın getirdiği çeşitlilik ve dış istilalar karşısında istikrar arayışları gibi faktörlerle açıklanır. Abbasi ve Emevi hanedanlarının kuruluşu, bu güçlükler karşısında Peygamber’in mutlak otoritesinden yoksun kalan yöneticilerin çözüm arayışlarının bir ifadesidir. Bu dönemde birçok Emevi ve Abbasi halifesi kendilerini “halifetullah” ve “Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi” olarak sunmuşlardır.

İslam Siyaset Düşüncesinde Ana Ekoller ve Önemli Düşünürler

İslam siyasal düşüncesi tarihi, Ortaçağ (Klasik Dönem) ve Modern Dönem olarak iki ana aşamaya ayrılabilir. Bu süreçte devlete farklı yaklaşımlar getiren altı ana grup bulunmaktadır:

İslam Hukuku Ekolü (el-Ahkâmü’s-sultâniyye ve es-siyâsetü’ş-şer‘iyye):

Bu ekol, devleti ve siyasi yapıları İslam hukuku metodolojisi çerçevesinde yorumlar.

  • Maverdî (974-1058): “el-Ahkâmu’s-Sultâniyye” adlı eseriyle İslam siyasal düşünce geleneğinde önemli bir yer tutar. “Devlet” (devle) ifadesini ilk kullananlardan biri olarak, devleti başlı başına bir yönetim aygıtı ve şekli olarak işaret etmiştir. Maverdî’ye göre devlet, dinin temelini oluşturur ve din olmadan ayakta duramaz. İslam devletinin temel özelliği “itaat”e dayanmasıdır ve devletin merkezinde “İmam” (halife) bulunur. İmamı “dini korumak ve dünyayı yönetmek üzere nübüvvete halef olarak konulmuş bir müessese” olarak tanımlar. Ancak imamın otoritesi, din sınırlarıyla belirlenmiştir; dini ilkelere ters düştüğünde yönetilenler için ayaklanma ve yöneticiyi değiştirme meşru hale gelir. Maverdî, halifenin “Allah’ın halifesi” değil, “Peygamber’in halifesi” olduğunu savunmuştur (hilâfetü’n-nübüvve). Ayrıca, adalet, ilim ve bilgelik koşullarını taşıyan üyelerden oluşan “Ehlu’l İhtiyar” adında bir kurulun varlığını da öngörmüştür.
  • İbn Teymiyye (1263-1328): Selefîyye akımının en önemli temsilcilerinden olup, İslam adına başvurulabilecek tek kaynağın doğrudan Allah’ın buyrukları, yani Kur’an-ı Kerim olduğunu savunmuştur. İnsan müdahalesi, akıl ve yorumla oluşturulmuş ikincil kaynakların, ilahi kaynakla kıyaslanamayacağını belirtmiştir. Teymiyye’ye göre devletin temeli, varlık kaynağı ve dayanağı yalnızca dindir. Yöneticinin (Sultan) görevi ve yetkisi, sadece Allah’ın buyruklarını uygulamaktan ibarettir; kanun koyucu değil, uygulayıcıdır. Teymiyye’ye göre, yöneticiye itaat, onun Kur’an’a ve Sünnet’e itaat etmesine bağlıdır. Onun en temel ilkesi, “Allah, kâfir de olsa adil devleti yaşatır, ama Müslüman da olsa zalim devleti yaşatmaz” ifadesiyle özetlenir.

Kelam Ekolü:

Kelam ilminde imâmet meselesi etrafında odaklanan tartışmalar, inanç ile siyasi liderlik arasında teorik bir ilişki kurmaya yöneliktir. Temel yönlendirici fikir, devlet başkanının seçimle mi yoksa nassla mı belirleneceğidir. Şîa, liderliğin nassla belirlenmesi gerektiğini savunurken, Ehl-i Sünnet ve Mu‘tezile kelam geleneğinde imâmete dair görüşler ise Şîa doktrininin iddialarına karşı geliştirilmiştir. Eş‘arî, dört halifenin iktidara geliş sırasıyla onların faziletleri arasında paralellik görmüş, müslümanların toplu biatını siyasi meşruiyetin temeli saymıştır.

Siyasetnâme Geleneği:

Bu gelenek, devlete yaklaşım itibarıyla felsefe ve hukuk ekollerinden ciddi farklılıklar gösterir. Devlet, bu eserlerde tarihi tecrübeler birikiminin bir ürünü olarak ele alınır.

  • Gazzalî (1058-1111): Ortaçağ İslam siyasal düşüncesinin din-devlet bütünlüğüne dayalı skolastik özünü temsil eder. Gazzalî’ye göre din ile dünya, din ile siyaset arasında bir kopuş yoktur; devlet ve yönetici, dini inancın kurumsallaşmış halinden ibarettir. Hükümdarlar, peygamberler gibi Allah tarafından seçilmiş kişiler olup “kutsal” kabul edilirler. Gazzâlî siyaseti, insanın yaşayabilmesi için zorunlu olan işler kategorisine koyar ve halkın işlerini düzene koyan, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen bir yapı olarak tanımlar. İnsan doğasının kötülüğe meyilli olabileceği düşüncesiyle, imâmetin (başkanlığın) gerekliliğini insanlar arasındaki kaosu önlemeye bağlar. Adaletsiz bir toplumun düzensizliğe yuvarlanacağı gerçeğini göz önünde tutarak, adaleti her şeyin yerli yerinde olması durumu olarak tanımlar. Gazzâlî, alimlerin siyasetteki önemine büyük bir yer verir ve onların doğruyu söyleme misyonunu taşımaları gerektiğini belirtir.

Tarihsel-Sosyolojik Yaklaşım:

  • İbn Haldûn (1332-1406): Başyapıtı “Mukaddime”de, toplumsal düzenin temellerini, siyasal iktidarın ortaya çıkışını, niteliğini ve gelişimini belirleyen yasaları bilimsel bir yaklaşımla incelemiştir. İbn Haldûn, toplum ve devletin var oluş zemininde üretim biçiminin olduğunu savunur; devleti, biyolojik ve sosyolojik ihtiyaçlardan doğan, tanrısal kökenli olmayan bir örgütlenme olarak görür. Bu yönüyle Karl Marx’ın yaklaşımına benzerlik gösterir. O, bu ilahi ve dünyevi temelli siyasal ve hukuksal ayrımı “şer’i siyaset” (Allah’tan gelen şeriata dayalı) ve “aklî siyaset” (kanun koyucunun insanların yararına olanı bilerek koyduğu düzenlemelere dayalı) kavramlarıyla açıklar. İbn Haldun, bu kıyaslamada dini siyasetin daha üstün olduğu sonucuna ulaşmıştır.

Felsefe Ekolü (İslam Rönesansı ve Akılcılığın Yükselişi):

Ortaçağ, Avrupa’nın aksine, Müslüman dünyası için göreceli bir aydınlanma çağı olmuştur. Bu dönemde İbn Haldûn, İbn Rüşd, İbn Sina ve Farabî gibi önemli entelektüeller yetişmiştir.

  • İbn Sina (980-1037): İslam felsefesi geleneğinin en etkili filozoflarından biridir. Bilimleri sınıflandırırken kullandığı “İlmu’s Siyase” kavramı ile İslam düşünce tarihinde ilk kez, yöneticinin varlığından ve iradesinden ayrılmış, kendi başına bir varlık ifade eden yönetim ve yönetim bilimi düşüncesini işlemiştir. İbn Sina’ya göre yasaların kaynağı din ve ilahi vahiydir, insan aklının ürünü değildir.
  • İbn Rüşd (1126-1198): Akılcı geleneğin önemli temsilcilerindendir. Toplumun ve devletin varlık kaynağını insanın doğal toplumsallığı olarak görür. İnsanların yardımlaşmaya ihtiyaç duyması, toplumsal adaletin tesisini zorunlu kılar. İbn Rüşd’e göre, devleti aklı ve aklî delilleri en iyi kullananlar, yani felsefeciler yönetmelidir.
  • Farabî (872-950): “El Medinetü’l Fazıla” (Erdemliler Şehri) adlı ütopik eseriyle tanınır. Siyaseti bir yönetim biçimi olmaktan öte, bilim, sanat ve bilgelik olarak kabul eder. Amacı, erdemli, ideal bir toplum yaratmaktır. Farabî’nin siyaset teorisi, Platoncu düşünceden etkilenerek, erdemlerin ne olduğu ve insanlara nasıl kazandırılması gerektiği konularıyla başlar. Ona göre, toplumsal birliği, uyumu ve yardımlaşmayı sağlayan temel unsur dindir. Devlet başkanı, bir ahlak prototipidir; ne kadar iyi olursa, halkı da o kadar iyi olur.

Halk Merkezli Siyaset Teorisi:

  • İmam-ı Azam Ebu Hanife (ö. 767): Bir hukukçu (fakih) olmasına rağmen, dönemin diğer düşünürlerinden farklı olarak yönetime karşı muhalefet etme ve itaatsizlik düşüncesini dillendirmiş ve bizzat uygulamıştır. Abbasî halifesi Ebû Cafer el-Mansûr’a biat etmemiş ve kadılık teklifini reddetmiştir. Ebu Hanife, siyaseti adalet, özgürlük ve insan hakları temelinde dinin esas ilkeleriyle örtüştürmüştür. Onun sivil itaatsizlik tavrı, dinin içinde yer alan “emr bil-maruf ve nehy ani’l-münker” (iyiliğin emri, kötülüğün men edilmesi) ilkesiyle açıklanır.

Modern İslam Siyaset Düşüncesinde Egemenlik Tartışması ve Ekonomik Yaklaşımlar

Modern dönemde egemenlik (hâkimiyet) meselesi, İslam siyaset düşüncesinde en fazla zorlanılan konulardan biri olmuştur. Klasik İslam uleması, İslami bir yönetimde nihai egemenliğin Allah’a ait olduğunu (hakimiyet-i ilahiyye) savunmuştur. Kanun yapma (teşrî) ve hüküm vaz etme yetkisinin ilahi olduğu kabul edilmiştir. Ancak Kur’an ve Sünnet’te hakkında doğrudan hüküm bulunmayan durumlar için içtihat etme veya rey ile hüküm verme yetkisi meşru görülmüştür.

Modern İslam siyaset düşüncesinde, egemenliğin kaynağı konusunda iki ana yaklaşım ortaya çıkmıştır:

  • İlahî Egemenlik Yaklaşımı: Bu yaklaşım, egemenliğin tek ve mutlak sahibinin Allah olduğunu savunur. İnsanların kendi kendilerine hüküm koyma yetkisine sahip olmadığını, bunun ancak Allah’ın koyduğu şeriat ilkeleri çerçevesinde olabileceğini belirtirler. Mevdûdî gibi düşünürler bu görüşü temsil eder.
  • Halk Egemenliği veya Hukukun Kaynağı Olarak Halk Yaklaşımı: Bu yaklaşım, siyasal otoritenin halktan alınması gerektiğini savunur. Bazı çağdaş araştırmacılar, Kur’an’ın siyasi ve hukuki konularda hakimiyet yetkisini tamamen insanlara bıraktığını ve toplumsal işlerin insani birikimin sunduğu imkanlardan faydalanarak toplum tarafından düzenlenmesini ve yürütülmesini istediğini tartışmaktadır. Seyyid Bey gibi isimler, hilafetin “millet ile halife arasında adeta îcab ve kabul ile mün’akid bir akit” olduğunu ve temel unsurunun meşveret (istişare) olduğunu belirtmiştir. Bu görüşe göre, halifenin her bir Müslüman ferdin bizzat veya bi’l-vasıta oyuyla seçilmesi gerekir.

Egemenlik kavramının özünde hukuki bir kavram olduğu ve belli bir siyasal birim içerisinde hukuk yapma yetkisine dair olduğu vurgulanmaktadır. Roma Hukuku’ndaki auctoritas ve potestas kavramları bu ayrımı anlamak için faydalı olabilir.

  • Auctoritas, hukukun kendine tabi olduğu en üst otorite ve meşruiyetin kaynağı, yani egemen anlamına gelir. İslam’da bu, ilahî hukuka (Şeriat’a) aittir.
  • Potestas ise hukuk ile mukayyet siyasal iktidardır. İslam’da bu, halka ve halkın vekili konumundaki siyasal iradeye aittir. Halkın geneli üzerinde tasarrufta bulunma yetkisi velâyet-i âmme olarak tanımlanır ve kaynağı halktır. Yöneticiler, halkın müvekkil, kendilerinin ise vekil olduğu bir imamet sözleşmesi (akd-i imamet) ve bey’at yoluyla yetkilendirilirler. Bu durum, yöneticilerin vekaletin amacına uygun olarak, müvekkilin (halkın) menfaat ve maslahatını gözeterek hareket etmek zorunda olduğunu gösterir. Bu ayrım, hukuki otorite ile siyasal otoritenin kurumsal ve ahlaki farklılaşmasının, kontrol ve denge mekanizmaları sağlayarak siyasal düzenin sağlıklı işlemesini temin ettiğini göstermektedir.

Günümüzde, İslam ve demokrasi ilişkisi hala en çok tartışılan ve üzerinde tam bir uzlaşmaya varılamayan konular arasındadır. Bazı yazarlar demokrasinin İslam’la tamamen çeliştiğini savunurken, bazıları ise ikisi arasında tam bir uyumun varlığını ileri sürmektedir. Modern İslamcı teorisyenlerin büyük çoğunluğu, İslam devletinin kurumsal yapısında yönetici (emir) ve danışma konseyi (şûra) kavramlarını öne çıkarmaktadır. Ehliyet ve Liyakat kavramları, şûra üyelerinde aranan önemli şartlardır.

Sonuç

İslam inancına dayalı siyasal ve ekonomik düşünce, Batılı seküler ve kapitalist medeniyetlerden temel prensiplerde ayrışan, kendine özgü, monolitik bir bütünlük arz etmektedir. Bu düşünce, devletin varlığını ilahi iradeye, otoritenin kaynağını Allah’a bağlar ve hukukun devletten üstün olduğunu kabul eder. Ortaçağ İslam düşünürleri, din-devlet bütünlüğünü vurgularken (Gazzalî), bazıları zalim yöneticiye direnme hakkını (Ebu Hanife) veya yönetimin sınırlarını (Maverdî) ortaya koymuştur. Selefî akım ilahi metinlerin mutlaklığını öncelerken, İslam Rönesansı döneminde İbn Haldûn gibi düşünürler, devletin sosyolojik bir zorunluluktan doğduğunu ve ilahi kökenli olmadığını belirterek akılcılığın yükselişini temsil etmiştir. Farabî’nin “Erdemli Şehir” ütopyası ise, ahlaki ve akılcı bir yönetim idealini sunmuştur.

Tarihsel evriminde Medine devletinin Şûra deneyimi, hilafet ve saltanat dönemleri, İslam siyasal yapısının hem özgün ilkelerini koruma hem de dönemin koşullarına uyum sağlama çabalarını yansıtır. Ancak dışsal etkiler ve iç dinamikler, zamanla Batılılaşma sorunlarına ve sekülerleşme eğilimlerine yol açmıştır. Çağdaş dönemde, modern devlet ve demokrasi kavramlarıyla yüzleşen İslam siyaset düşüncesi, bir yandan ilahî egemenlik ile halk egemenliği arasında denge kurmaya çalışırken, diğer yandan pratikteki uygulamalarla teorik idealler arasındaki mesafeyi kapatma arayışını sürdürmektedir. Günümüzde, dünya üzerinde model alınabilecek İslami bir devletin olmadığı ve İran ve Suudi Arabistan gibi devletlerin İslami prensiplerle çelişkili uygulamaları olduğu eleştirisi dile getirilmektedir.

Buna rağmen, İslam düşüncesi, kendine özgü teolojik, hukuki ve ahlaki ilkeleriyle devlet ve ekonomi anlayışını şekillendirmiş, günümüzde dahi adaletin tesisi, zulmün kaldırılması ve toplumun refahı için alternatif bir dünya görüşü sunmaya devam etmektedir.

Kaynakça

Balcı, Muharrem. “Bu kitap (yazı), Peygamber Muhammed tarafından Kureyşli ve Yesribli mü’minler ve müslümanlar ve bunlara tabi olanlarla…”.

Bulaç, Ali. (1992). “Medine Vesikası hakkında Genel Bilgiler”. Birikim Dergisi, 38(39), s. 102-111.

Dolma, Emine Sena. (2023). “Medine Vesikasının İslam Hukuku Açısından Kaynak Değeri”. Jass Studies-The Journal of Academic Social Science Studies, 16(96), s. 305-322.

Gülboy, Ela. (2020). “Medine Vesikası Örneği Üzerinden İnsan Haklarına Dair Düşünceler”. Düşünüyorum Dergisi.

Hürriyet. (2020). “Medine Sözleşmesi Nedir? Kimler Arasında Neden Yapıldı? Medine Sözleşmesi Maddeleri ve Önemi”. Hürriyet.

Karaman, Hayreddin. (2014). “İslam, demokrasi ve Medine Vesikası”. Yeni Şafak.

Kocadağ, Nagihan. (2023). “Medine Vesikası’nın Sosyolojik Analizi”. Siyer Dergisi.

Özkan, Mustafa. (2019). “Medine Vesikası”. TDV İslâm Ansiklopedisi, EK-2, s. 212-215.

Sambur, Bilal. (2023). “Medine Vesikası’nın Aktüel Anlamı ve Değeri: Özgür, Farklı ve Barış İçerisinde Birlikte ve Bir Arada Yaşayabilir miyiz?”. Siyer Dergisi.

Vikipedi. “Medine İslam Devleti”. Vikipedi, özgür ansiklopedi.

Yavuzyılmaz, Yusuf. (2022). “Medine Sözleşmesi”. Mavera TV [YouTube].

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir