göbeklitepe

HZ. ÂDEM VE GÖBEKLİTEPE: İNSANLIK TARİHİNİN İKİ FARKLI PENCERESİ

Giriş

İnsanlık tarihi ve kökenleri, çağlar boyunca hem bilimsel hem de dini anlatıların odak noktasını oluşturmuş, derin merak ve tartışmaları beraberinde getirmiştir. Özellikle son yıllarda Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde gün yüzüne çıkarılan Göbeklitepe gibi Neolitik Çağ yerleşimleri, mevcut tarih ve uygarlık teorilerini sarsarak arkeoloji dünyasında adeta bir “deprem etkisi” yaratmıştır. Yaklaşık on iki bin yıl öncesine tarihlenen bu anıtsal yapılar ve karmaşık bulgular, avcı-toplayıcı kültür aşamasında bile insanların organize toplum yapılarına, ruhani sistemlere ve yoğun sembolizme sahip olabileceğini gözler önüne sermiştir. Bu durum, yerleşik yaşamın ve tarımın dini inançlardan sonra geldiği yönündeki yeni bir perspektifi bilim dünyasına sunmuştur.

Diğer yandan, İslami gelenekte Hz. Âdem, insanlığın ilk bireyi ve medeniyetin başlatıcısı olarak kabul edilir; ona yerleşik hayatı, tarımı ve hatta yazıyı öğreten ilk peygamberlik görevi atfedilir. Geleneksel olarak milattan önce 4000-3000 yılları gibi yazının ortaya çıkışından önceki dönemlere yerleştirilen bu anlatı, Göbeklitepe’nin binlerce yıl öncesine dayanan bulgularıyla kronolojik ve sosyolojik bir uyumsuzluk sergilemektedir. Bu potansiyel “çelişki”, dini anlatıların ne ölçüde tarihsel ne ölçüde sembolik olduğu sorusunu gündeme getirmektedir.

Bu blog yazısı, arkeoloji ve dinler tarihi gibi disiplinler arası bir yaklaşımla, Göbeklitepe’nin sunduğu somut arkeolojik veriler ile Hz. Âdem kıssasının dini-sembolik boyutunu karşılaştırmalı bir analizle ele almayı amaçlamaktadır. İnsanlık tarihindeki bu iki önemli anlatı düzlemi arasındaki ilişkinin, bir çatışmadan ziyade, insanlığın evrimsel ve ruhsal serüvenini bütüncül bir biçimde anlama potansiyeli sunup sunmadığı incelenecektir. Böylece, Neolitik Çağ’da dinsel inançlar, insanlık tarihi ve din ilişkisi, arkeoloji ve din bilimleri arasındaki diyalogun önemi vurgulanacaktır.

Göbeklitepe: Arkeolojik Bulguların Işığında İnsanlık Tarihi

Şanlıurfa’nın Örencik Köyü’nde yer alan Göbeklitepe, yaklaşık on iki bin yıl öncesine, Çanak Çömleksiz Neolitik A dönemine tarihlenen anıtsal tapınak yapılarıyla arkeolojide devrim niteliğinde bulgular sunmuştur. Kazılarda ortaya çıkarılan zengin ve karmaşık sembolik eserler, anıtsal kutsal yapılar, ölüm uygulamaları ve topluluğa ait standartlaşmış ayinsel düzenlemeler, bu dönemin insan topluluklarının düşündüğümüzden çok daha ileri bir ruhani ve sosyal organizasyona sahip olduğunu göstermektedir.

Geleneksel arkeolojik teoriler, yerleşik yaşama geçişi ve tarımın başlamasını karmaşık toplum yapılarının ve dini inançların öncüsü olarak kabul ederken, Göbeklitepe bulguları bu teoriyi tersine çevirmiştir. Burada, avcı-toplayıcı kültür aşamasında dahi tapınaklar inşa edildiği ve dini ideolojilerin, psiko-kültürel olguların ve sembolik-bilişsel dönüşümlerin, yerleşik yaşamın temel motivasyonu olduğu anlaşılmıştır. Yani, insanlar önce dini ritüellerini gerçekleştirmek için bir araya gelmiş, bu dini merkeze yakın olma ihtiyacı zamanla tarımı ve yerleşik yaşamı zorunlu kılmıştır. Bu keşif, dini inançların uygarlığın doğuşunda ve Neolitik Dönem’in dinamiklerinin oluşumunda başlıca etken olduğunu işaret etmektedir.

Göbeklitepe’deki tapınakların inşa edildikten yaklaşık bin yıl sonra bilinçli bir şekilde gömülmüş olması da bu tarihi mirasın günümüze kadar korunarak ulaşmasını sağlamıştır. Bu durum, arkeoloji ile dinler tarihi arasındaki ilişkinin artık bir zorunluluk haline geldiğini göstermektedir. Zira arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan dinsel kanıtları tanımlamak ve yorumlamak için dinler tarihinin engin dünyasına girmek gerekmektedir. Ancak, arkeologlar arasında dini olguya karşı kayıtsızlık, hatta bazen karşıtlık gibi zihniyet sorunları veya dinsel kanıtları yorumlamak için yetersiz terminoloji kullanılması gibi temel sorunlar da devam etmektedir. Örneğin, Taş Tepeler Projesi gibi günümüzün en önemli Neolitik Çağ araştırmalarında, sosyoloji, antropoloji ve fen bilimleri gibi birçok alan yer almasına rağmen, dinler tarihi veya din bilimleri alanına yer verilmemiş olması önemli bir sorunsal olarak belirtilmiştir.

Mircea Eliade gibi düşünürler, insanı en eski çağlardan itibaren “sembol üreten” (homo symbolicus) ve “dindar” (homo religiosus) bir varlık olarak tanımlamıştır. Bu görüşe göre, insanın yaşamındaki ve doğadaki her olgu kutsal ve sembolik anlamlar taşır ve kutsallık yaşamın her alanını etkiler. Nitekim, din, kültür ve uygarlaşma arasındaki derin ilişki, Neolitik Çağ araştırmalarıyla ve hatta Batı dillerindeki “cult”, “culture” ve “cultivate” kelimelerinin etimolojik bağlantısıyla da açıkça sergilenmektedir. Bu bağlamda, arkeolojik buluntular arasındaki dinsel unsurların sadece sosyolojik ve antropolojik açılardan değil, doğrudan din bilimleri açısından da incelenmesi gerektiği vurgulanmaktadır.

Hz. Âdem Anlatısı: Dini Miras ve Sembolik Anlam

İslami gelenekte Hz. Âdem, insanlığın atası ve ilk insan olarak kabul edilir. Ona konuşma, yazı ve medeniyetin temelleri gibi bilgi ve becerilerin öğretildiği düşünülür. Dini kaynaklarda, Hz. Adem’in topraktan doğrudan yaratıldığı ve eşi Hz. Havva’nın da ondan yaratıldığı belirtilir. İnsan neslinin bu ikiliden türediği ve kıyamete kadar devam edeceği ifade edilir. Dini literatürde Hz. Adem’in yaratılışı ve sonrası hakkında detaylı bilgiler bulunurken, insanlık tarihinin başlangıcı genellikle milattan önce 7000’li yıllara veya daha dar bir çerçevede milattan önce 4000-3000’li yıllara yerleştirilir. Bu anlatı, insanın yeryüzüne “medeniyetin başlatıcısı” olarak gönderildiği bir perspektifi benimser.

Ancak, din bilimleri cephesinde de belirli sorunlar ve tartışmalar mevcuttur. Bazı din bilimcilerin, insanlık tarihinin arkeolog ve antropologlar tarafından tespit edilen uzun kültürel ve fiziki evrimsel sürecine kayıtsız kalmaları veya uzak geçmişi bulanık bir süreç olarak görmeleri eleştiri konusu olmuştur. Özellikle “ilk insan” veya “Âdem” tartışmalarında, kutsal metinlerin “literal” (lafzi) olarak kabul edilip yorumlanması, tarihsel ve arkeolojik verilerle örtüşmeyebilecek bir durum yaratabilir. Buna karşın, mecazi yorumlamaların bazı tarihsel gerçekliklerde karşılık bulabileceği de ifade edilmektedir.

Aslında, din dilinin doğası gereği, Tanrı ve metafizik âlem hakkında konuşurken sembolik ifadelerin kullanılması bir zorunluluktur. Semboller, görünenden çok daha fazla anlam taşıyarak gerçekliğe işaret eder ve kutsalla ilişki kurmada önemli bir rol oynar. Bu bağlamda, dini anlatıların yalnızca kronolojik veya tarihsel bilgi verme amacı gütmeyip, aynı zamanda insanın özü, sorumluluğu ve bilinç hali üzerine anlam öğretileri sunduğu düşünülmektedir. Mircea Eliade gibi isimler, arkeolojik verileri kendi alanları açısından inceleyerek dinler tarihi ile arkeolojiyi ideal bir biçimde harmanlamışlardır.

Evrim ve yaratılış konusundaki tartışmalarda da yaratılışçı görüş, insanın doğrudan ve mükemmel bir şekilde yaratıldığını savunur ve evrimi, tesadüfe ve tabiata dayalı bir süreç olarak reddeder. Bu perspektife göre, canlılardaki benzer genetik yapılar veya fiziksel kanunların ortaklığı, evrimin değil, tek bir Yaratıcının eserinin kanıtıdır. Ayrıca, bazı bilim adamları tarafından öne sürülen “indirgenemez karmaşıklık” gibi kavramlar, yaratılışın bilimsel desteklerini güçlendirmek için kullanılmıştır. Bu bakış açısına göre, bilim, evrenin ve canlıların “nasıl” yaratıldığını araştırırken, din, yaratılışın “niçin”ini ve amacını açıklar.

Çelişki mi, Farklı Düzlemler mi? Bir Uzlaşma Arayışı

Göbeklitepe’nin milattan önce 9600-8000 yıllarına tarihlenen, avcı-toplayıcı olmasına rağmen ritüel bilincine sahip ve tapınaklar inşa eden insanları gösteren arkeolojik gerçekliği ile, Hz. Âdem anlatısının milattan önce 4000-3000 yılları civarına yerleştirilen, yerleşik hayata geçmiş, vahiy almış ve medeniyetin başlatıcısı olarak tasvir edilen dini ve sembolik gerçekliği arasında belirgin bir kronolojik ve toplumsal fark bulunmaktadır. Bu durum, yüzeysel bir bakış açısıyla çelişki olarak algılanabilir.

Ancak, bu karşılaştırmada sorulması gereken temel soru şudur: “Dini anlatılar tarih mi anlatıyor, yoksa anlam mı öğretiyor?”

Kaynaklar, dini anlatıların genellikle kronoloji sunmaktan ziyade insanın özü, sorumluluğu ve bilinç hali üzerine öğretiler verdiği görüşünü desteklemektedir. Bu perspektiften bakıldığında, Göbeklitepe’deki insanların biyolojik olarak Homo sapiens olsalar da “Ademi bilinç” (yani ilahi bilinçle donatılmış, ahlaki ve sorumlu bir varlık olma hali) daha sonra, Hz. Âdem ile başlamış olabilir. Bu yaklaşım, evrimsel süreçte insanın fiziksel ve kültürel gelişimini kabul ederken, dini anlatının insanın manevi ve bilinçsel tekamülüne odaklandığını öne sürer. Yani, insan türü biyolojik olarak milyonlarca yıldır var olsa da Hz. Adem’in gelişi, insanın dini ve ahlaki bir varlık olarak yeni bir “başlangıcı”nı temsil edebilir.

Dini sembolizm de bu ayrımı destekler niteliktedir. Din bilimciler, “din, sembollerden ibarettir” der ve dini anlamanın yolunun bu sembollerin anlamını çözmekten geçtiğini belirtir. Sembolik dil, Tanrı’nın görünmezliği ve dini ifadelerin soyut değerlere sahip olması nedeniyle zorunluluk arz eder. Bir sembol, arka plandaki anlamıyla her zaman görünenden çok daha fazla anlam taşır ve bu anlam da gerçekliğe tekabül eder. Nitekim, kutsal kitaplardaki anlatıların tamamen lafzi olarak yorumlanması yerine, mecazi yorumlamalarla tarihsel gerçekliklerde karşılık bulabileceği ifade edilmektedir. Örneğin, “ilk insan” kavramı, biyolojik bir ilk insan yerine, bilinçli, sorumlu ve vahye muhatap olan ilk insanı işaret edebilir.

Bu durumda, Göbeklitepe ve Hz. Âdem anlatıları birbiriyle çelişmek yerine, insanlık tarihinin farklı ancak tamamlayıcı düzlemlerini temsil edebilir. Arkeoloji, insanlığın maddi ve kültürel gelişiminin somut kanıtlarını sunarken, dini anlatılar insanın manevi ve ruhsal boyutuna odaklanır. Her iki alandaki bilgi, insanın karmaşık varoluşunu daha iyi anlamak için bir araya getirilmelidir.

Disiplinlerarası İşbirliğinin Önemi

Arkeoloji ve dinler tarihi, günümüzde birbirlerinin verilerine, terimlerine ve yorumlarına daha fazla ihtiyaç duyar hale gelmiştir. Özellikle yazı öncesi toplumlara ait dinsel inançları anlamanın yolu büyük oranda arkeolojiden geçerken, arkeolojinin kazılar sonucu ortaya çıkardığı dinsel kanıtları tanımlama, anlamlandırma ve aktarma güçlüğü çektiği bilinmektedir. Bu güçlüğü aşmak için dinler tarihinin tarihi-karşılaştırmalı, olgusal ve analitik metotları ve terminolojisine vakıf olmak elzemdir. Tersine, din bilimlerinin de insanı maddesel, kültürel ve fiziksel kalıntılarıyla inceleyen arkeoloji ve antropoloji gibi bilim dallarının verilerini takip etmesi gerekmektedir.

Geçmişte arkeolojinin Marksist ve pozitivist felsefi akımların etkisiyle din bilimlerinden uzaklaştığı, ancak 20. yüzyılın son çeyreğinde süreçsel-sonrası, sembolik ve yorumlamalı arkeoloji gibi akımlarla tekrar yakınlaşmaya başladığı görülmektedir. Bu yeni yaklaşımlar, insanın bilişsel ve ruhsal gelişmeler kateden bir varlık olduğu gerçeğini ön plana çıkarmış ve kült arkeolojisi, din arkeolojisi, ölüm arkeolojisi, sembolizm ve ritüel gibi başlıklar altında çok sayıda dini inançlara yönelik çalışma yapılmasına yol açmıştır.

Bu alanda öne çıkan bilim insanları arasında Colin Renfrew, Jacques Cauvin, Timothy Insoll, Ian Hodder, Nicola Laneri gibi arkeologlar ile Mircea Eliade, Kürşat Demirci ve Bilal Toprak gibi dinler tarihçileri bulunmaktadır. Bu isimler, farklı disiplinleri bir araya getirerek insanlık tarihindeki dini ve kültürel olguları daha derinlemesine anlamaya çalışmışlardır. Örneğin, Çatalhöyük’te gerçekleştirilen “Templeton Projesi”, farklı sosyal bilimcilerin arkeolojik kanıtları farklı bakış açılarıyla yorumladığı, hatta “din” teriminin kullanımı konusunda uzlaştığı verimli bir işbirliği örneği olmuştur.

Türkiye’deki akademik camiada Mardin Artuklu Üniversitesi’nde yer alan “Din Arkeolojisi” dersi, arkeoloji ve dinler tarihi arasındaki bu zorunlu ilişki ve veri alışverişi açısından olumlu bir adım olarak değerlendirilmektedir. Bu tür derslerin yaygınlaşması ve hatta bağımsız yüksek lisans programları olarak açılması, “Eski Dünya” ülkesi olan Türkiye için bir zorunluluktur. Çünkü arkeoloji, dinler tarihinin somut maddi kanıtlarını ortaya çıkararak din bilimlerine kıymetli ve güvenilir bir kaynak akışı sağlamaktadır.

Sonuç

Göbeklitepe gibi arkeolojik keşifler, insanlık kültürünün ve dini inançların sanılandan çok daha eski ve karmaşık bir geçmişe sahip olduğunu, hatta sistemli dinsel inançların on iki bin yıl öncesinden itibaren var olduğunu göstermiştir. Bu bulgular, yerleşik yaşamın ve uygarlığın temel motivasyonunda tarım ve hayvancılıktan ziyade, dini ideolojilerin ve psiko-kültürel olguların belirleyici olduğunu düşündürmektedir.

Hz. Âdem anlatısı ise, İslami gelenekte insanlığın ilk bireyi ve medeniyetin kurucusu olarak kabul edilirken, genellikle arkeolojik tarihlendirmelerden daha geç bir döneme konumlandırılır. Bu kronolojik ve sosyolojik farklılık, dini metinlerin işlevi hakkında önemli bir soruya yol açar: Dini anlatılar, katı bir tarihsel kronoloji sunmaktan ziyade, insanın varoluşsal anlamı, ahlaki sorumluluğu ve bilinçsel gelişimine dair sembolik ve ontolojik hakikatleri mi ifade eder? Bu perspektif, Hz. Âdem kıssasını, biyolojik bir ilk insan tanımından çok, insanlığın “ilahi bilinçle donatılmış” ve “sorumluluk sahibi” hale geldiği bir dönüm noktasının sembolik anlatısı olarak yorumlama imkânı sunar.

Dolayısıyla, arkeolojik veriler ve dini anlatılar arasındaki görünen “çelişki”, aslında farklı bilgi ve anlam düzlemlerinin bir aradalığı olarak anlaşılabilir. Arkeoloji, insanlığın maddi ve kültürel gelişiminin “nasıl” ve “ne zaman” gerçekleştiğine dair somut kanıtlar sunarken, dinler, insan varoluşunun “niçin”ini ve manevi boyutunu ele alır. Her iki disiplinin kendi metodolojileri ve bakış açılarıyla elde ettiği bulgular, birbirini reddetmek yerine, insanlık ve evren hakkındaki “büyük resmin” daha kapsamlı bir şekilde anlaşılmasına katkıda bulunabilir.

Bu nedenle, arkeologların dini olgulara karşı önyargısız yaklaşması ve ilgili yorumlar için dinler tarihinin yöntem ve terminolojisinden faydalanması; din bilimcilerinin ise arkeolojik ve antropolojik verileri insanlık tarihinin uzun kültürel ve fiziksel evrimsel süreci bağlamında değerlendirmesi hayati önem taşımaktadır. Bilim ve din arasındaki bu çok disiplinli işbirliği, insanlık serüvenini hem somut kanıtlarla hem de derin manevi boyutlarla bütünleştiren zengin ve kapsamlı bir anlayışa ulaşmanın anahtarıdır. Bu sayede, “ilk insan”ın kim olduğu veya dinin kaynağı gibi temel kültürel ve dinsel sorunsallara dair yeni okumalar ve değerlendirmeler mümkün olacaktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir