OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN EKONOMİK YAPISI: VERGİLENDİRME, FİNANSMAN VE KONTROL MEKANİZMALARI
Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik hayatını anlamak hem bu büyük gücün yükselişini hem de sonraki dönemlerde yaşadığı zorlukları kavramak açısından kritik öneme sahiptir. Bu yaızımızda Prof. Dr. Murat Çizakça’nın bu alandaki değerli katkılarından faydalanarak vergilendirme, kamu finansmanı ve ticaret kontrolleri gibi merkezi temalar etrafında, Osmanlı ekonomisinin işleyişini ve evrimi incelenmektedir.
Giriş
Osmanlı İmparatorluğu, İstanbul’un fethinden (1453) Zitvatorok Antlaşması’na (1606) kadar uzanan dönemde hem Orta Avrupa’da Avusturya Habsburglarına hem de Batı Akdeniz’deki İspanyol akrabalarına doğrudan meydan okuyabilen bir dünya gücü idi. Bu dönem, İmparatorluğun siyasi ve askeri kudretinin zirvede olduğu bir zaman dilimini temsil eder. Ancak bu kudretin arkasında yatan ekonomik dinamikler, vergilendirme sistemleri, kamu finansmanı ve ticaret üzerindeki kontrol mekanizmaları, İmparatorluğun işleyişini anlamak için hayati öneme sahiptir.
Kaynak metnimiz, bu karmaşık yapıyı derinlemesine inceleyerek, Osmanlı ekonomik hayatının temel karakteristiklerini ve uzun vadeli eğilimlerini aydınlatmaktadır. Özellikle, Osmanlıların kendi ekonomik yaklaşımları ile yükselişte olan Batı Avrupa devletlerinin uygulamaları arasındaki karşıtlıklar ve sonuçları üzerinde durulmaktadır. Bu blog yazısı, Osmanlı ekonomisinin temel direklerini, “iaşecilik”, “fiskalizm” ve “gelenekçilik” prensiplerini, kamu finansmanındaki zorlukları, sermaye birikimi üzerindeki devlet kontrolünü ve bunların İmparatorluğun uzun ömürlülüğü ve nihai olarak Avrupa karşısındaki nispi gerilemesi üzerindeki etkilerini ele alacaktır.
Osmanlı İmparatorluğu: Bir Dünya Gücü ve Ekonomik Arka Plan
Osmanlı Devleti, 15. yüzyıl ortalarından 17. yüzyıl başlarına kadar geçen süre boyunca, geniş coğrafyalarda gücünü hissettirebilen bir imparatorluktu. Sadece Avrupa’da değil, Hint Okyanusu üzerinden Sumatra’ya kadar dahi nüfuzunu yaymıştı. Bu dönemde Habsburg İspanya’sı, İngiltere, Hollanda ve Fransa gibi Batılı güçlerle yakın ilişkiler ve rekabet içindeydi. Konstantinopolis’in fethi (1453), bu rekabetin temelini oluşturuyordu. II. Mehmed (Fatih), şehri fethederek kendisini “Kayser-i Rum“ (Roma Sezarı) olarak görüyordu. Bu iddia, Ortodoks halk tarafından “Sultan Basileus” olarak kabul edilmiş ve dönemin yazarları tarafından Osmanlıların modern zamanların Romalıları olduğu şeklinde yorumlanmıştı.
Bu Bizans imparatorunun halefi olma kabulü, Ortodoks tebaa arasında padişaha din temelli bir meşruiyet sağlıyordu. Bu siyasi doktrin, II. Mehmed’in fetihleri için hukuki zemin oluşturuyor ve Roma İmparatorluğu’nu kendi idaresinde yeniden canlandırma ve Jüstinyen’in imparatorluğuna ait toprakları geri kazanma hedefini meşrulaştırıyordu. Bu nedenle, Batı’daki başka bir imparatorluğun varlığı Osmanlı açısından kabul edilemezdi ve özellikle V. Karl (Şarlken) yönetimindeki Habsburg İmparatorluğu’nun yükselişiyle rekabet doruğa çıktı. 16. yüzyıl boyunca, Batı’daki Hıristiyan ve Doğu’daki Müslüman olmak üzere iki neo-Roma imparatorluğu birbiriyle çatıştı.
Osmanlıların gücü sadece Avrupa ile sınırlı değildi. Hint Okyanusu’nda da Portekizlilere karşı Müslüman hükümdarlarla (Gucerat, Açe) ittifaklar kurarak etkili bir savunma başlattılar. Osmanlı sultanı, en güçlü sultanın halifeliğin meşru sahibi olacağı gibi alışılmışın dışında bir halifelik yorumuyla bu ittifakların liderliğini meşrulaştırıyordu. Osmanlılar, Güneydoğu Asya’daki müttefiklerine askeri teknoloji (top, silahşor, top ustası) ihraç ediyor ve bunun karşılığında baharat alıyorlardı. Bu, modern bir süper gücün müttefiklerine teknoloji ihraç edip ham madde almasını çağrıştıran bir politikaydı.
Osmanlıların bu kapsamlı gücünü ve çeşitli cephelerde meydan okuma yeteneğini destekleyen unsurlardan biri, askeri ikmal sistemlerinin üstünlüğü idi. 17. yüzyılın sonlarına kadar rakiplerinden çok daha iyi olan bu sistemde, devlet temel gıda maddelerini köylülerden nakit ödeyerek alıyor ve bunları güzergâh üzerindeki depolara (sürsat) taşıyordu. Bu sistem hem askerlerin ihtiyacını karşılama hem de üreticilere kâr imkânı sunma niyetini taşıyordu, ancak ikinci niyetin gerçekleşmesi fiyatlara bağlıydı.
Kamu Finansmanı ve Vergilendirme Sistemleri: Osmanlı ve Avrupa
Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri ve siyasi gücünün arkasındaki ekonomik sistem ve finansman mekanizmaları, akademik çalışmaların odak noktası olmuştur. Ömer Lütfi Barkan ile başlayan ve Mehmet Genç ile Erol Özvar tarafından genişletilen çalışmalar, Osmanlı bütçelerine dair önemli bilgiler sunmaktadır. Çağdaş Avrupalı gözlemcilerin bütçe tahminleri, gelirler açısından şaşırtıcı derecede doğruydu, ancak harcamalar konusunda aynı doğruluk yoktu. Görünüşe göre Osmanlılar, Avrupalıların gelirleri bilmesini isterken harcamaları gizli tutuyorlardı.
Onaltıncı yüzyıl boyunca gelirler ve harcamalar artmış, ancak gelirler harcamalardan daha hızlı artmıştır. İmparatorluk, 1593-1606 arasındaki yıpratıcı savaşa kadar önemli bütçe açıkları yaşamamıştır. 16. yüzyılın büyük kısmında, merkezî hazine gelirleri ortalama yıllık 132 ton saf gümüş, harcamalar ise 118 ton saf gümüş civarındaydı. Merkezî hazine dışı gelirler (timar, vakıf) de hesaba katıldığında, toplam gelirler 15 milyon dükaya kadar çıkabiliyordu. Osmanlı hazinesi, 16. yüzyılın başından ortasına kadar gelirlerini reel anlamda ikiye katlarken, harcamalar yalnızca yarı katı artmıştı.
Ancak bu rakamlar, Avrupa güçleriyle karşılaştırıldığında ilginç bir paradoks sunar. Osmanlı merkezî hazine harcaması (118 ton gümüş), İspanya’nın (500 ton) ve Fransa’nın (440 ton) harcamalarının çok altındaydı. Diğer yandan, Venedik’in iki katıydı. Hint Okyanusu’ndan Akdeniz’e uzanan geniş bir alanda gücünü gösteren ve Avrupa’daki rakiplerine (Fransa, İngiltere, Hollanda) yardım eden bir imparatorluğun merkezî hazine harcamalarının neden bu kadar düşük olduğu sorusu ortaya çıkar.
Bu durumun bir açıklaması, merkezî hazine verilerinin, mahallinde toplanıp harcanan timar ve vakıf gelirlerini yansıtmamasıdır. Ayrıca, Osmanlı hazinesinin 16. yüzyılın büyük kısmında bütçe fazlası vermesi, kamu finansman sistemlerinde reform yapma ihtiyacını azaltıyordu. 16. yüzyıldaki sistem, önceki asırlardan çok farklı değildi: mültezimler dolaylı vergileri toplarken, tımar sahipleri kırsal vergilerden yararlanıyor ve sipahi askerlerini sağlıyorlardı. Batı Avrupa’da rekabetçi devletler reformlara itilirken, mutlakiyetçi Osmanlı devleti feodal Balkanlar’a nispeten kolayca genişleyebilmişti, bu da acil bir reform baskısı yaratmıyordu.
Ancak, Batı Avrupa’da 13. yüzyılda başlayan ve 16. yüzyılda hızlanan bir “finansal devrim” yaşanıyordu. Avrupa şehirleri, prenslikleri ve krallıkları, vatandaşlarından çok düşük maliyetle devasa miktarda borç alabiliyorlardı. Bu sistem, krediye eklenen faiz yerine, tefecilik yasağını aşmak için sabit getirili yıllık hisselerin (kaydıhayat veya sürekli rantlar) satışı üzerine kuruluydu. Venedik %5, Ceneviz %1.03 kadar düşük oranlarla borçlanabiliyordu. V. Karl dahi Kastilya’da %5-10 arası oranlarla borçlanabiliyordu. Başarılı Avrupalı hükümetler, GSMH’lerinin iki katına kadar borcu %3 ile %19 arasında değişen maliyetlerle bulabiliyorlardı. Bu, orduları finanse etmek için hayati öneme sahipti. Osmanlılar bu büyüklükte ve düşük maliyetli finansmana erişimden yoksundu.
Osmanlı’daki temel finansman yöntemi olan iltizam, Avrupalı anlamda bir iç borçlanma değil, vergi tahsilatının özelleştirilmesiydi. Devlet, vergi toplama hakkını müzayedeyle en yüksek teklifi verene (mültezim) devrediyordu. 16. yüzyıl sonlarına doğru, iltizamlardan elde edilen kazancın “donmaya” başlaması, yani rekabetin azalması saptandı. 17. yüzyıl başlarında bu oran arttı. Muhtemel bir açıklama, maliyenin 1580’lerden sonra riskten kaçınması ve askerî sınıfa sabit yıllık ödemeler karşılığında vergi toplama izni vermesiydi. Bu mültezimler, hazineye sabit miktar ödedikten sonra istediğini talep etmekte serbest kalabiliyordu (teorik olarak kanuna bağlı kalsalar da). Toplanan verginin ne kadarının hazineye ulaştığı bilinmemektedir. Ancak “donmuş” iltizamlarda hazinenin para kaybettiği açıktır.
Daha sonraki dönemlerde (1695 sonrası malikane sistemi), vergi tahsilatının maliyeti yaklaşık %75 gibi çok yüksek bir orandı. Bu, Avrupa’da %3’e kadar düşen iç borçlanma maliyetiyle karşılaştırıldığında aşırı derecede yüksekti. Yani, Osmanlılar aşırı dezavantajlı oranlarda borçlanıyorlardı ya da vergi tahsilatının maliyeti borçlanma gibi işliyordu.
Ancak 1775’te, maliye esham (mukataa hisseleri) sistemine geçerek kamu borçlanma maliyetini %18-19’dan %8’e düşürmeyi başardı. Bu sistem, Avrupa’daki yıllık rant (annuity) sistemlerine benziyordu. Gerçek kamu borçlanması Osmanlı’da 1775’te, Batı Avrupa’dan yaklaşık beş asır sonra başlamıştır.
Bu mali verimsizliğin nedenleri tartışılmıştır. İlk akla gelen, Osmanlı seçkinlerinin ve ulemanın eshamı faiz (riba) olarak görmesi olabilir. Ancak İslami hukuka göre faiz, krediye eklenen, zamanla bağlantılı ve sözleşmede şart koşulmuş önceden belirlenmiş fazlalıktır. Eshamda, ne kadar yaşanacağı bilinmediği için fazlalıkta kesinlik yoktu ve hazinenin geri alma zorunluluğu yoktu. Bu nedenle esham riba değildi ve faiz yasağı iç borçlanmanın önünde bir engel teşkil etmemiş olamazdı.
İkinci bir açıklama, Osmanlıların buna ihtiyaç duyduğunu düşünmemesidir. Balkanlar’daki kolay genişleme vergi tabanını artırmıştı. Yabancı gözlemciler, savaşın Osmanlılar için Avrupalı rakiplerine göre çok daha ucuza geldiğini belirtmiştir. Üçüncü bir muhtemel açıklama ise zihniyetle ilgilidir. Mutlakiyetçi hükümdarlar, yönettikleri toprakların ve tüm varlıkların kendilerine ait olduğunu düşündüklerinden, tebaalarından borç almayı akıl etmemiş olabilirler. Bu mutlakiyetçi zihniyet, Batı’da hayranlık uyandırsa da uzun vadede daha geniş siyasi katılım ve hukuk devleti ilkesine dayalı rejimlere göre dezavantajlıydı; zira bu rejimler, kamuoyundan borç alırken vatandaşların mülkiyet haklarını tanımak ve borç verenlerin kaygılarına duyarlı olmak zorunda kalıyordu. Osmanlı’da ise ticaret camiasının ihtiyaçlarına yönelik duyarlılık ancak ara sıra gözlemleniyordu.
Osmanlı Ekonomik Politikasının Temel Taşları: İaşecilik, Fiskalizm, Gelenekçilik
Mehmet Genç, Osmanlıların resmi ekonomik siyasetini üç temel üzerine inşa etmiştir: “iaşecilik (provizyonizm), fiskalizm ve tradisyonalizm (gelenekçilik)”.
- İaşecilik (Provizyonizm): Ordu, donanma, saray ve özellikle İstanbul halkının ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik güçlü bir kaygı. Devletin temel amacı, bu kesimlerin gerekli mal ve erzakı temin etmesini sağlamaktı ve çoğu zaman bu mallar piyasa fiyatının altında fiyatlarla sağlanırdı. Bu, genellikle ihracatın engellenmesi ancak ithalatın teşvik edilmesi anlamına geliyordu.
- Fiskalizm: Uzun vadeli potansiyeli göz ardı ederek, kısa vadede gelirleri azami düzeye çıkarma yönündeki baskın kaygı. Üretim veya ticareti artırarak gelecekte daha fazla gelir elde etme imkanları, mevcut gelirlerden feragat etmeyi gerektirse bile göz ardı edilirdi.
- Gelenekçilik (Tradisyonalizm): “Adet-i kadime”ye (eski uygulama) olan inanç. Eski uygulamaların kendi başına meşruiyeti vardı ve ondan sapmak sorunlara yol açardı. Bu, İmparatorluk içindeki toplumsal zümrelerin dengesini korumayı amaçlıyordu ve yenilikler bu dengeyi tehlikeye atabilirdi.
Bu yaklaşım, 16. yüzyılın ortalarından 1850’lere kadar üç yüz yıl boyunca istikrarını koruması açısından eşsiz kabul edilmektedir. Hatta son araştırmalar, bu politikaların antik Roma’dan II. Dünya Savaşı Türkiye’sine kadar uzanan iki bin yıllık bir devamlılığa sahip olduğunu göstermektedir.
Bu politikaların bir sonucu olarak, üreticilerin ve ülke tüccarlarının durumu göz ardı edildi, bu da ekonomik durgunluğa yol açtı. İhracatın engellenmesi, yerel pazarlardan mal çekilmesi anlamına geldiği için, devlet seçkin zümre ve ordu için arzı garanti altına almak amacıyla bunu sınırlıyordu. İthalat ise, piyasalara mal eklenmesi anlamına geldiği için teşvik ediliyordu. Bu durum, merkantilist politikalarla boğulmuş Avrupa için Osmanlı topraklarını önemli bir pazar haline getiriyordu. Osmanlılar ne serbest piyasa liberalizmini ne de merkantilizmi benimsemişlerdi. Merkantilistler bulyon miktarını maksimize ederken, Osmanlılar ihtiyaç mallarının toplam arzını maksimize ediyordu. Bu zıt politikalar, Avrupalı devletler için kapitülasyonlar (ahidname) elde etmeyi hayati önemde kılıyordu, çünkü bu sayede Osmanlı’nın geniş ve nispeten açık pazarlarına erişebiliyorlardı. 17. yüzyılda bile İngiltere’nin ihracatının önemli bir kısmı Akdeniz’e gidiyordu.
Sermaye Birikimi ve Devletin Müdahalesi
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki siyasi ekonomi, kaynak metinde “proto-pseudo-sosyalist” olarak tanımlanmaktadır. Bu ifade, tam anlamıyla modern sosyalizm olmasa da devletin toplumsal zümreler (özellikle tüccarlar ve yönetici sınıf) arasındaki uyumu koruma amacıyla, tüccar sınıfının sermaye birikimini engelleyerek onları baskı altında tutmasını ifade eder. Ömer Lütfi Barkan bu sistemi “bir nevi harp sosyalizmi” olarak tanımlamıştı. Stoianovich, İnalcık ve Quartaert ise “emir ekonomisi” terimini kullanmaktadır.
Devlet hem tüccarları hem de yönetici sınıfı (askerî) aşırı zenginleşmekten ve dolayısıyla padişaha rakip olmaktan alıkoyuyordu. Yönetici seçkinler, “kul” statüsünde olup, makamlarını miras bırakamaz ve varlıkları resmi olarak kölelik durumuna yakın bir bağımlılıkla sınırlıydı. Görevdeyken yüksek gelir elde etseler de bu gelirler görev bittiğinde alınır veya azaltılırdı. Müsadere (mallara el koyma), soylu bir sınıfın oluşmasını fiilen engelliyordu. Bazı paşaların müsadereden korunmak için Fransız senetleri alması bu durumu gösterir.
Askerî sınıfın sıradan üyelerinin servetleri de genellikle mütevazıydı. Edirne’deki askeri miras defterleri üzerine yapılan bir çalışma, birçok askeri mensubunun borçlu öldüğünü ve varlıklarının küçük olduğunu göstermiştir.
Devlet, zengin tebaayı da hedef alıyordu. Özellikle merkezî eyaletlerde yaşayan zengin tüccar veya tefeciler, celep veya celepkeşan olarak görevlendirilebiliyordu. Bu, büyük sayıda koyunu piyasa fiyatından alıp, İstanbul’da devlet tarafından belirlenen ve genellikle alış fiyatını bile karşılamayan “narh” fiyatından satma zorunluluğuydu. Bu görev, hemen hemen her zaman mali iflas anlamına geliyordu. Bu uygulama, zenginlerin birikmiş servetlerini hedef alan “proto-pseudo-sosyalist” politikanın mükemmel bir örneğidir.
Askerî mensupları, müsaderelerden korunmak için varlıklarını güvenilir akrabaları adına kaydettirmeye veya aile vakıfları kurmaya çalışıyorlardı. İslami hukuka göre vakıf malı Allah’a ait sayıldığından müsadereden korunabilirdi, ancak bunun için kurucunun malın kendine ait olduğunu yasal olarak kanıtlaması gerekiyordu. Vakıflar, serveti gelecek nesiller için koruyabilse de önemli işletme maliyetleri vardı ve dinamik bir zenginliği daha durağan hale getiriyordu.
Başlangıçta askerî sınıfı etkileyen müsadereler, 17. yüzyıl sonları ve 18. yüzyılda Batılı güçlerle yapılan ve mali kaynakları zorlayan savaşlar sonrası askerîye mensup olmayan zenginleri de kapsamaya başladı. Bu, büyük servetin ancak iltizamla birikebileceği ve dolayısıyla kişinin askerî mensubu sayılacağı iddiasıyla meşrulaştırılıyordu.
Kaynak metne göre, iltizam yoluyla elde edilen kârın diğer sektörlerdeki kârlardan çok daha yüksek olması, devletin iltizam yoluyla özel sektördeki tasarrufların çoğunluğunu emerek diğer yatırımlar için az kaynak bırakmasına (crowding-out) yol açmış olabilir. Ancak 1630’lardan sonra durum farklılaştı; devlet, Yahudi mültezimleri gibi özel sektör temsilcilerini kamu finansmanından tasfiye ederek yerlerini askerî mensuplarına bıraktı. Bu siyasetin, mültezimler arasındaki rekabeti azaltıp hazineye giden nakit akışını düşürmesi ve 17. yüzyıl ortalarındaki bütçe açıklarına katkıda bulunması muhtemeldir.
Devletin fiyat ve kâr kontrolleri (narh), sermaye birikiminin önündeki başka bir önemli engeldi. Zanaatkârların kârları genellikle %10 ile %20 ile sınırlıydı. Bu sürekli düşük kâr marjları, devletin zanaatkâr ve tüccar ihtiyaçlarına karşı duyarsızlığını ve gelenekçiliğin önemini teyit eder. Loncalar hem uygulanan fiyatları hem de kazanılan kârları kontrol ediyordu. Bu şartlarda, tüccarlar ve zanaatkârlar arasında yüksek sermaye birikimi olmaması şaşırtıcı değildi. 17. yüzyıl başlarındaki Bursa’daki tüccar ve zanaatkâr terekeleri mütevazıydı.
Sermaye birikimini zorlaştıran bir diğer faktör, yüksek cari faiz oranları (yüzde 15-25) ve düşük kâr marjları arasındaki dengesizlikti. Vergi yükü ve seferlere katılım zorunluluğu da üreticiler üzerinde ek bir yük oluşturuyordu. Bu uygulamalar, büyük ve verimli üreticileri cezalandırma eğilimindeydi.
Avrupa ile Karşılaştırma ve Politikaların Sonuçları
Osmanlı’nın “proto-pseudo-sosyalist” karakteri, Genç’in “iaşecilik, fiskalizm, gelenekçilik” modeliyle uyumludur ve Nizamülmülk’ün 11. yüzyıldaki uyarılarına kadar uzanan bir devlet zihniyetini yansıtır. Bu zihniyet, tüccarların kârlarına önyargılı yaklaşıyor ve onların sürekli denetime ihtiyaç duyduğunu varsayıyordu. Sonuç olarak, tüccarların sermaye birikimini engelleyerek onların konumlarını güçlendirmelerini önlüyordu.
Devlet, kârları sınırlama (%2-10), yüksek faiz oranları ve celepkeşan gibi uygulamalarla serveti ticaret sınıfından alıp askerîye ve İstanbul sakinlerine yeniden dağıtıyordu. Sermaye birikimi potansiyeli en yüksek olan ticaret sınıfı bu potansiyeli gerçekleştiremiyordu, bu da Osmanlı ekonomisinin sermaye oluşumu açısından ciddi bir yoksunluk çekmesine neden oluyordu. Bu sistem, sadece belirli askerî mensuplarına geçici sermaye birikimi imkânı tanıyordu; tüccarlar ve toprak sahipleri onları taklit edemiyordu. Şevket Pamuk’un çalışmaları, 16. yüzyılda Osmanlı’da kişi başına düşen gelirin Batı Avrupa ortalamasının yaklaşık %60’ı kadar olduğunu göstermektedir. Kendi halkının zenginleşmesini önleyen devlet, kendisi de fakirleşiyordu.
Yine de 1500’lerde ters yönde kısa süreli bir eğilim yaşanmıştır. Rekabete açık iltizam sisteminde aktif olan bazı tüccarlar, hazineye avans ödeyerek devletin sorunlarına karşı duyarlı olmasını sağlamıştır. Padişah, Ancona’daki Yahudi mültezimleri veya korsanlarca soyulan tüccarları korumuştur. Ancak bu an çok uzun sürmemiş, 1610’lardan sonra Yahudi ve Müslüman tüccarlar iltizamdan tasfiye edilerek yerlerini askerîye mensupları almıştır. Devlet artık ticaret sınıfını bir kredi kaynağı olarak görmemiş ve kadim kontrollere geri dönülmüştür. Ekonomi, ticaret sınıfının değil, hâkim askerî sınıfın çıkarları tarafından şekillendirilmeye başlanmıştır.
Bu dinamiklerin önemi büyüktür; kamu borçlanmasının uzun vadede siyasi sistemin yapısını belirlediği düşünülürse, 1610-1650 dönemi Osmanlı İmparatorluğu için hayati önemdeydi. Tüccarların iltizamdan tasfiyesi ve yerlerine askerînin gelmesi, İmparatorluğu geri dönülmez bir şekilde askerî sınıfın artan hakimiyetine taşımıştır. Bu militarizasyon, sadece kamu finansmanıyla sınırlı kalmayıp, ekonominin giderek daha fazla askerînin kontrolüne girmesi anlamına geliyordu.
Osmanlı sosyo-politik sisteminin ve ekonomik zihniyetinin durağan olduğu, 15. yüzyıl ortasından 19. yüzyıla kadar temel akidelerinin değişmediği ileri sürülmüştür. İş yapma teknikleri de durağandı. Bu dinamizm eksikliği, devletin iltizama girmemiş özel girişimleri boğma eğiliminden kaynaklanıyordu. Sistem kendi kendini yenmiş: yetersiz sermaye birikimi-> yetersiz vergi potansiyeli-> yetersiz vergi gelirleri-> askeriyenin zayıflaması.
Ekonomik Canlılık Cepheleri ve İstisnalar
“Proto-pseudo-sosyalist” bir sistemin altı yüz yıldan fazla nasıl ayakta kaldığı sorusu, sistemin uzun ömrünü açıklamak için önemlidir. Cevap, serbest pazarın işlediği önemli “ceplerin” varlığında yatabilir. Kaynak metin, uluslararası tacirlerin kâr sınırlamalarından muaf olduğunu ve önemli sermaye birikimi sağlayabildiklerini belirtir. İthal edilen lüks mallar genellikle fiyat kontrollerinden muaftı. Bursa ipek veya Ankara tiftik endüstrisi gibi uluslararası arz-talebe bağlı üretim merkezleri, kapitalist girişimlere mekân olabiliyordu. Devlet, Avrupalı tüccarların sağladığı gümüş girişinden dolayı birkaç kapitalist sektöre hoşgörü göstermiş olabilir. Ancak buralarda bile iaşecilik ilkesi gereği ihracat sınırlanıyordu.
Devlet müdahalesinin sistematik değil, seçici olduğu da anlaşılmaktadır. Özellikle İstanbul’a yakın şehirler (Bursa, Edirne) daha acımasız baskılara maruz kalıyordu. Celepkeşan riski merkezî topraklarda yoğunlaşıyordu; Mısır’dan tek bir tüccar listede yoktu. Bu, Kahire’deki İsmail Ebu Takiyya gibi büyük tüccarların nasıl varlıklarını kaybetmeden serpilebildiğini açıklar. Devlet, askeri, siyasi veya doktriner öncelikler söz konusu olmadığında belirli bir pragmatizm ve hoşgörü gösterebiliyordu.
Sonuç
1453 ile 1606 arası dönemi ele alan bu çalışma, iktisadi kurum ve politikaların uzun vadeli etkilerini göstermek için sıklıkla bu sınırların ötesine bakmıştır. Osmanlı İmparatorluğu, ekonomik düşüncesinin temel taşlarını (iaşecilik, fiskalizm, gelenekçilik) Roma, Bizans ve İslam öncesi imparatorluklardan miras almıştır, bu da önemli bir tarihsel sürekliliğe işaret eder. Jugum sisteminin Osmanlı çift sisteminde devam etmesi gibi kırsal hayatta da bu süreklilik görülür.
Sabit fiyat ve kâr kontrolleri, arz darlıkları, müsadereler ve celepkeşanlık gibi uygulamalarla tanımlanan Osmanlı “proto-pseudo-sosyalizmi”, yayılmacı savaşları, imparatorluğun uzun ömrünü ve sınıflar arası dengeyi finanse etmeyi amaçlayan, kendi kendini idame ettiren bir sistem geliştirmiştir. Bu sistem o kadar başarılı olduğuna inanılıyordu ki, devletine “devlet-i ebed müddet” adı veriliyordu.
“Proto-pseudo-sosyalizm” veya “iaşecilik, fiskalizm, gelenekçilik” olarak ifade edilen bu ekonomik zihniyetin, geç dönem antik Roma’dan başlayarak, 20. yüzyılın belli bir dönemine (II. Dünya Savaşı) kadar, yani yaklaşık iki bin yıl boyunca İmparatorluk toprakları içerisinde çarpıcı bir devamlılık gösterdiği görülmektedir.
Onaltıncı yüzyılın kısa bir döneminde, uluslararası ticaretle uğraşan tüccarların mültezim olarak ve gümrük geliri kaynağı olarak finansmana katkı sağlamasıyla bir değişim potansiyeli ortaya çıkmış ve devlet bu tüccarların ihtiyaçlarına duyarlılık göstermiştir. Ancak bu “sihirli an” uzun sürmemiş ve dönemimizin sonuna doğru (1610’lardan sonra) askerî-idarî görevliler tüccarları iltizam piyasasından tasfiye ederek kadim kontrollere geri dönülmüştür. Ticaret sınıfı artık bir kredi kaynağı olarak görülmüyordu ve ekonominin kontrolü askerîye geçti.
Bu yörünge-bağımlılığın (path dependency) sonuçları yıkıcı olmuştur. 17. yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğu ve daha sonra Türkiye’de kişi başına düşen gelir, Batı Avrupa ülkelerine kıyasla sürekli düşmüştür. Bu trend, ancak Turgut Özal hükümetinin ülkeyi modern kapitalizmle tanıştırdığı 1980’lerden sonra tersine çevrilmiştir. Osmanlı ekonomik sistemi, Sovyetler Birliği’nden bile önce başarısız olan ilk sosyalizm olma “onuruna” sahiptir. Bu, Osmanlı İmparatorluğu’nun uzun ömrüne rağmen, ekonomik sisteminin Batı’daki “finansal devrim” ve sermaye birikimi dinamikleri karşısında uzun vadede rekabet edemediğini göstermektedir.