TÜRKİYE’NİN SÜRDÜRÜLEBİLİR BÜYÜME YOLCULUĞU: DİNAMİKLER, ZORLUKLAR VE YAPISAL İHTİYAÇLAR
Giriş
Ekonomik büyüme, ülkelerin refah seviyelerini yükseltmeleri ve toplumsal kalkınmayı sağlamaları için temel bir hedeftir. Ancak günümüz küresel ekonomik ortamında, sadece büyüme oranlarını artırmak yeterli olmamakta, bu büyümenin sürdürülebilir olması büyük önem taşımaktadır. Sürdürülebilir büyüme, kendi içinde bir krize yol açacak dinamikleri barındırmayan, istikrarlı ve uzun vadeli bir büyüme sürecini ifade eder. Bu kavram, özellikle verimlilik ile kuvvetli bağlar kurmaktadır. Literatürde, doğrudan yabancı yatırımlar ile ekonomik büyüme ilişkisi üzerine yapılan çalışmalar geniş bir yer tutmakla birlikte, kullanılan değişkenler, ekonometrik yöntemler ve ülke örneklerindeki farklılıklar nedeniyle elde edilen sonuçlarda tam bir bütünlük görülmemektedir.
Benzer şekilde, teknolojik gelişme ve ekonomik büyüme arasındaki ilişki de akademik çalışmaların odak noktasındadır. Bu blog yazısı, mevcut kaynaklar ışığında, Türkiye’nin sürdürülebilir büyüme potansiyelini etkileyen temel dinamikleri, karşılaştığı zorlukları ve bu zorlukların üstesinden gelmek için gereken yapısal reformları akademik bir perspektifle ele almayı amaçlamaktadır. Türkiye’nin büyüme yolculuğunda verimliliğin, teknolojik ilerlemenin, beşerî sermayenin, tasarrufların ve kurumsal yapının rolü incelenerek, sürdürülebilir bir gelecek için atılması gereken adımlar değerlendirilecektir.
Sürdürülebilir Büyümenin Temel Dinamikleri ve Türkiye Gerçeği
Sürdürülebilir büyüme, herhangi bir ülkenin potansiyelini en etkin şekilde kullanarak ulaşabileceği, içsel dengesizlikler yaratmayan bir büyüme düzeyini ifade eder. Ekonomik büyüme, temel üretim faktörleri olan emek ve sermaye ile bu faktörlerin verimliliğinin birleşimi sonucunda ortaya çıkar. Dolayısıyla, verimlilik, sürdürülebilir büyümenin anahtarıdır. Ancak Türkiye’nin OECD ülkeleri arasında verimliliği en düşük ülkelerden biri olup ve bu nedenle kaynaklarını eksik ve yanlış kullanarak potansiyeline ulaşmakta zorlanmaktadır. Mevcut kaynakların eksik ve kötü kullanılması, yeterince yeni iş, istihdam ve gelir yaratılmasını engellemekte, bu da gelir dağılımındaki bozulmanın giderilememesine ve büyümenin sağlıklı ve istikrarlı bir yapıya kavuşturulamamasına yol açmaktadır. Bu problemi aşmanın ilk yolu, büyümenin dinamikleri üzerinde yeterli analizler yapılıp uygulamaya konulmasıdır.
Türkiye’nin büyüme performansı incelendiğinde, tarihsel olarak potansiyel büyüme düzeyi olan yaklaşık yüzde 5-5.4 seviyesinin üzerine çıkıldığında çeşitli ekonomik sıkıntılarla karşılaşıldığı görülmektedir. Geçmişte bu sıkıntılar daha çok bütçe açığı biçiminde iken, son dönemde cari açık biçiminde ortaya çıkmaktadır. Bu durum, Türkiye’nin büyümeyi zorlarken ya kamu açıklarını artırmayı ya da ithalatını (cari açığını) yükseltmeyi tercih ettiğini göstermektedir. Bu dönüşüm (yani yapısal reformları) yapmadan büyümeyi zorlamanın faturası, düşe kalka sürdürülen bir büyüme ve birkaç yılın kazancının bir yılda gidebildiği bir ortam oluşturmaktadır.
Sürdürülebilir Büyüme İçin Anahtar Alanlar
Türkiye’nin sürdürülebilir büyüme performansını yakalayabilmesi için belirli alanlara öncelik vermesi gerektiği belirtilmektedir. Bu alanlar teknoloji geliştirme, iş gücünün eğitimi ve sermaye yatırımlarıdır. Bu üç alanda sağlanacak iyileşmelerin, yüzde 7’lik bir büyüme temposunu yakalamayı mümkün kılabileceği ifade edilmektedir.
Teknoloji Geliştirme ve İnovasyon
Teknolojik gelişmeler, özellikle yükselen ekonomiler için büyümenin itici gücü olarak büyük önem taşımaktadır. Teknoloji, mevcut mal ve hizmetlerin üretiminde, pazarlamada etkinliğin iyileştirilmesinde ve yeni ürünler geliştirmede başvurulan bir bilgi kaynağıdır. Günümüz dünyasında, ileri teknoloji ile üretim yapan ülkelerin kalkınma ve büyümeleri arasında olumlu bir ilişkinin varlığı genel-geçer bir görüştür. Bu nedenle, ekonomik büyüme politikalarının teknolojiden soyutlanması gerçekçi değildir. Teknolojik gelişmeler birçok sektörü etkilemekte, zaman israfını azaltmakta ve maliyetleri düşürmeye katkı sağlamaktadır. Bir ülke teknolojik imkanları ne kadar yüksek kapasitede kullanırsa, o kadar çıktı üretecek, ihracatını güçlendirecek ve ekonomik kalkınmasına destek verecektir.
Teknolojik gelişmenin önemi literatürde Romer gibi ekonomistler tarafından da vurgulanmıştır. Romer (1990), büyümenin kaynağı olarak yeni teknolojileri göstermekte ve teknolojik yeniliklerin Ar-Ge faaliyetleri sonucunda ortaya çıktığını belirtmektedir. İleri teknoloji kullanan endüstrilerin, dünya ticaretinin dinamik yapısına katkıda bulunduğu ifade edilmektedir. Ülkelerin küresel rekabet gücü, beşerî sermaye, yenilik üretme kapasitesi, teknoloji geliştirme ve teknoloji düzeyi gibi niteliklerle yakından ilişkilidir.
Araştırmalar, Ar-Ge harcamaları ve patent sayısının teknolojik gelişme düzeyini belirlemede kullanılan önemli göstergeler olduğunu göstermektedir. Panel eşbütünleşme analizi sonuçlarına göre, Ar-Ge ve patent sayısı, yükselen ekonomilerde GSYİH üzerinde pozitif ve anlamlı bir etkiye sahiptir. Özellikle Ar-Ge harcamaları/GSYİH değişkeninin GSYİH üzerinde patent sayısına göre daha etkili olduğu belirlenmiştir. Ancak, aynı ülke grubunda yer alan Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya’ya kıyasla Türkiye, Ar-Ge ve patent sayısı açısından büyümeye katkıda son sıralarda yer almaktadır.
Türkiye’nin kişi başına üretilen bilimsel içerik (makale sayısı) ve teknolojik yenilik (patent sayısı) gelirine kıyasla dünya ortalamasından pek farklı olmayıp, gelişmiş ülkelerin oldukça gerisinde, tipik bir orta gelirli ülke seviyesinde seyrettiği belirtilmiştir. Özellikle Çin örneği ile karşılaştırıldığında, Çin’deki kalkınmanın sağlam teknolojik temellere dayanırken, Türkiye’nin bu anlamda ne kadar geride kaldığı dikkat çekilmektedir. Milli gelire oranla Ar-Ge harcamasında da Türkiye’nin hala oldukça geride olduğu vurgulanmaktadır. Kamunun Ar-Ge harcamalarına kayda değer desteğine rağmen özel sektör Ar-Ge harcamalarının düşük seyretmesi ve kısıtlı verimlilik kazanımları, kaynakların doğru yönlendirilmesine dair soru işaretleri doğurmaktadır.
Teknolojik gelişme ve Ar-Ge uygulamalarına önem veren ülkelerin refah düzeylerinin daha yüksek olduğu görülmektedir. Gelişmekte olan ülkelerin, milli gelirlerinin bir kısmını araştırma ve geliştirme harcamalarına ayırmaları gerektiği, bu harcamaların kısa vadede bir yük gibi görünse de uzun vadede istikrarlı ekonomik büyüme için önemli bir faktör olduğu ifade edilmiştir. Belirli bir eşiğe kadar ekonomik büyüme Ar-Ge’yi etkilerken, bu eşik aşıldıktan sonra Ar-Ge’nin ekonomik büyümeyi etkilediği belirtilmektedir. Bu bulgulara göre, ülkelerin teknolojik gelişmeyi ön planda tutan büyüme politikaları uygulamaları, özel sektörün Ar-Ge harcamalarını ve patent başvurularını destekleyen teşvik ve vergi indirimleri gibi devlet politikalarının uygulanması önemlidir. Üniversitelerin Ar-Ge konusunda desteklenmesi ve yetenekli öğrencilere fırsatlar sunulması, teknoparkların sayısının artırılması da önerilmektedir.
Beşerî Sermaye ve Eğitim
Beşerî sermayenin artışı, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde verimlilik artışına orta vadede kayda değer bir katkı sunabilmektedir. İş gücünün eğitimi, sürdürülebilir büyüme için öncelik verilmesi gereken alanlardan biridir. Eğitim, yeni bilgiler ışığında üretilmiş fikirlerin gelişmesini sırtlayan en önemli dinamiktir. Eğitim üzerindeki harcamalara maliyet açısından değil, çıktı olarak bilgi, refah ve ekonomik konumları belirleyen bir unsur olarak yaklaşılmalıdır. Kaliteli eğitim ile birlikte teknolojik ağırlıklı atılımların gerçekleşebileceği ifade edilmektedir.
Eğitim düzeyi ile gelir düzeyi arasında yüksek bir ilişki bulunmaktadır ve eğitim düzeyi hanehalkı geliri ve tasarrufları üzerinde de etkili olan önemli bir faktördür. Eğitim düzeyi, bireylerin istihdam edilebilirliğini ve bu yolla geçim yollarını ve refahını etkiler. Ancak, kaynaklar Türkiye’de yükseköğrenim derecesine sahip kişilerin nüfustaki payının oldukça düşük kaldığını belirtmektedir. Ayrıca, tez çalışmalarındaki ağırlıklı payın işletme alanında olması ve özellikle bilgisayar mühendisliği çalışmalarının sıralamada geriden gelmesi gibi dağılımların işgücü piyasasında uyumsuzluklar doğurduğu, yazılımcı oranının çok düşük seviyede kaldığı ve birçok şirketin büyüme önündeki önemli bir engel olarak yazılımcı eksikliğini vurguladığı ifade edilmiştir.
Kişi başına üretilen bilimsel yayın sayısının da oldukça düşük seyrettiği ve bilim insanlarının ülkeden ayrılma ihtimallerinin son yıllarda tekrar arttığına dikkat çekilmiştir. Düşük gelir gruplarının eğitim harcamalarındaki payının az olması, gelir dağılımı eşitsizliğinin nesiller arası aktarımı sorununa neden olabileceği düşünülmektedir. Ülke ekonomisine katkı bakımından beşerî sermayenin gelişimi için alt gelir gruplarının iyi eğitim ve sağlık hizmetlerine erişiminin artırılması ve bu kesime yönelik desteklerin sürdürülmesi önerilmektedir. Özetle, beşerî kaynaklarını geliştiremeyen ve olan kaynaklardan yararlanmayan bir ekonomide verimlilik artışının sağlanması zorlaşmaktadır.
Sermaye Yatırımları ve Tasarruflar
Sermaye yatırımları, sürdürülebilir büyüme için öncelikli alanlardan biridir. Ülkelerin gelişme ve büyüme hedeflerinin finansmanı açısından en güvenilir ve sağlıklı finansman kaynağı yurtiçi tasarruflardır ve bu tasarrufların yönlendirildiği yatırım alanları büyük önem taşımaktadır. Yurtiçi tasarrufların artırılması ve bu tasarrufların üretken yatırımlara yönlendirilmesi hedefi geçerliliğini korumaktadır.
Yatırımların seyri incelendiğinde, toplam yatırımların yarısından fazlasının inşaat sektörüne yapıldığı görülmektedir. Kaynaklar, son dönemde payı artan inşaat yatırımlarının, Türkiye’nin uzun dönemli gelişme hedefleri doğrultusunda “üretken yatırımlar” olarak değerlendirilmediğini belirtmektedir. Olası bir gerileme veya fiyat değişiminde yatırım amaçlı gayrimenkul edinmeye odaklı tasarruf davranışında bir gevşeme olabileceği ve tasarruf seviyesinin bundan etkilenebileceği ifade edilmiştir. Bu nedenle, uzun dönemli tasarruf eğilimini artırmaya ve oluşan tasarrufları gelir artırıcı, istihdam sağlayıcı üretken yatırımlara yönlendirmeye yönelik politikalar, eylem ve tedbirler önem taşımaktadır. Bu doğrultuda, ikinci konuta ve arsa sahipliğine ilişkin vergi düzenlemelerinin gözden geçirilmesi ve ikinci konut alımında kullanılan kredilerdeki istisnaların kaldırılması önerilmektedir.
Uluslararası veriler, yurtiçi tasarrufla yatırım arasında pozitif bir ilişkiye işaret etse de gelişmiş ülkelerde bu ilişki artık gözlemlenmemekteyken, gelişmekte olan ülkelerde, öncesine kıyasla biraz zayıflamış olsa da halen devam etmektedir. Bu, Feldstein-Horioka bilmecesi olarak adlandırılmaktadır.
Hanehalkı tasarruflarının azalmasında etkili olan faktörlerden biri, tüketici kredilerine erişim imkanlarının kolaylaşması ve bunun sonucunda artan kredi kullanımıyla tüketimin gelirden daha hızlı artmasıdır. Bankacılık sisteminin ve sermaye piyasasının geliştirilmesi de tasarruf oranlarına olumlu katkı sağlayacaktır. Hanehalklarının borsada işlem yapmasının teşvik edilmesi ve küçük yatırımcıların korunması, yeni firmaların borsaya kote olmalarının desteklenmesi önerilmiştir. Ayrıca, belirli ürünler için vergi indirimleri veya iadeleri gibi teşviklerin, hanehalklarını borçlanmak yerine harcama öncesinde tasarruf yapmaya özendirebileceği belirtilmiştir.
Yapısal Reformlar
Türkiye’nin büyümeyi sorunsuz bir şekilde potansiyelinin üzerine taşıması için önce potansiyelini değiştirmesi gerekmektedir. Potansiyeli değiştirmenin yolu ise tasarrufları artıracak, ithalatın rekabet edilebilir bölümünü yerli üretimle ikame edecek, vergi kayıplarını önleyecek bir sistem kurmaktan ve bu işi başarabilmenin yolu da yapısal reformlardan geçmektedir. Yapısal reformlar, kalıcı düzeltmeler sağlayan önlemlerle yapılır. Yapısal reform yapamamanın maliyeti daha yavaş büyümek olacak, bu da işsizliğin düşürülememesi gibi birçok sorunu beraberinde getirecektir.
Kaynaklarda Türkiye için önerilen yapısal reform alanlarından bazıları şunlardır:
- Büyümenin ithalata bağımlı yapıdan kurtarılması ve cari açığın düşürülmesi: Üretimin ithalata dayalı yapısını yerli girdilere yöneltmek ve iç tasarrufları artırmak gerekmektedir. Kısmi ve geçici ithal ikamesi yaklaşımıyla, içeride üretilebilecek ithal mallarının teşvik edilmesi önerilmiştir.
- Bütçe gelirlerinin konjonktürel etkilerden arındırılması: Vergi sistemini dolaylı vergilerden (KDV, ÖTV) çıkarıp, gelişmiş ülkelerdeki gibi dolaylı ve dolaysız vergiler arasında dengeli bir yapıya dönüştürmek gereklidir. Bu, adil bir vergileme sağlar ve ithalata bağımlı vergi geliri artışlarından uzaklaşmayı temin eder.
- Sosyal güvenlik ve sağlık reformu: Sosyal güvenlik sisteminin maliyet dengelerinin sürekli izlenmesi ve sağlık hizmetlerinde maliyete dayalı bir sistemin hayata geçirilmesi gerekmektedir.
- Enerji faturasının azaltılması: Enerji ithalatını azaltmak için alternatif enerji kaynaklarına (güneş, rüzgâr, biyoenerji, nükleer) yoğunlaşmak önemlidir.
- Tarım sektörü reformu: Türkiye’nin tarımsal açıdan kendine yeterli hale gelmesi için gerekli her türlü önlemin alınması önerilmiştir.
- Diğer sektörel reformlar: Bankacılık sektöründe 2001 krizi sonrası yapılan reformlar önemli olsa da reel sektörün de ciddi bir yapısal dönüşüme sokulması gerekmektedir. Özel sektör kuruluşlarının defter ve mali tablolarının gerçeği yansıtması için bankacılığa benzer sıkı düzenlemeler zorunlu görülmektedir.
- Kurumsal reformlar: Merkez Bankası ve diğer bağımsız kurumların (örneğin TÜİK) gerçek anlamda bağımsız hale getirilmesi önemlidir. Vergi müfettişlerine bağımsız statü verilmesi de vergi incelemelerinin objektifliğine olan inancı artıracaktır.
- Şeffaflık ve Açıklık: Kamu kesiminin hesaplarının, kararlarının ve uygulama sonuçlarının şeffaf bir şekilde açıklanması ve bağımsız organlarca denetlenmesi, sorunların doğru teşhis edilerek çözümler geliştirilmesini sağlar.
- Kayıt dışı ekonomi: Kayıt dışı ekonomik faaliyetlerin engellenmesi ve vergi kaybının önlenmesi için bankacılık temelli uygulamalar etkili olsa da tek başına yeterli olmayıp teknoloji temelli etkin bir denetim sistemiyle desteklenmesi gerekmektedir.
Yapısal reformların gerekliliği net olsa da bunların hayata geçirilmesinin kolay olmadığı ve siyasi irade gerektirdiği kaynaklarda ima edilmektedir.
- Rekabet ve Piyasa Dinamizmi: Firmaların verimliliğini artırmada dış ticaret ve uluslararası ekonomik ilişkiler önemli imkanlar sunar. Rekabet güdüsü, kaliteli girdi/ara malına erişim, dış yatırım ve teknoloji aktarımı gibi unsurlar firmaların verimliliğini ciddi şekilde etkileyebilir. Yenilikçi firmaların eski yöntemleri kullanan rakiplerinin önüne geçmesi, kaynakların daha verimli birimlere aktarılmasına ve ekonomik kalkınmaya yol açar.
Ancak, Türkiye’de ekonomik dinamizmin zayıfladığına dair göstergeler bulunmaktadır. Yerleşmiş ekonomik birimlerin hissettiği rekabet baskısı gerilemekte, genç firmaların istihdamdaki payı düşmekte ve çalışanların ekonomik birimler arasında yeniden dağılım hızı (beşerî kaynakların daha verimli birimlere aktarım hızı) azalmaktadır. Bu durum, ekonominin gittikçe durağanlaşan bir yapıya bürünmesi tehlikesine işaret etmektedir. Özellikle e-ticaret gibi yeni gelişen sektörlerde başarılı firmaların hızla baskın konum edinmesi ve dinamizmin hızla düşme ihtimali, rekabet kurumlarının ve politika yapıcıların bu sektörlere uygun politikalar geliştirmesi gerektiğini göstermektedir.
Firma verimliliği ve büyümesi, hukuki altyapı ve düzenlemelerden bağımsız değildir. Düzenlemelerin doğru şekilde şekillendirilmesi ve yan etkilerin yönetilmesi önemlidir. Teşviklerin ve desteklerin etkisinin ölçülmesi ve değerlendirilmesi, kısıtlı kaynakların verimli kullanılması açısından hayati önem taşımaktadır.
- Bölgesel Farklılıklar: Ülkelerin ekonomik dinamizmi ve büyüme potansiyeli, kentlerinin ekonomik performansıyla yakından ilişkilidir. Aglomerasyon ekonomileri, şirketlerin ve çalışanların kentlerde yoğunlaşmasının verimlilik üzerindeki olumlu etkisini tanımlar. Gelişmekte olan ülkelerde hızlı kentleşme ve altyapı yetersizlikleri gibi farklar, aglomerasyonun ekonomik kazanımlarının boyutunu etkileyebilir.
Türkiye’de önemli bölgesel eşitsizlikler mevcuttur. Kişi başına düşen GSYİH açısından Türkiye, bölgeler arasında en yüksek eşitsizliklere sahip OECD ülkelerinden biridir. Yaşam beklentisi, internet altyapısı ve sağlık hizmetlerine erişim gibi ölçütlerde de yüksek eşitsizlikler bulunmaktadır. Çalışanların maaş verilerinden yola çıkılarak hesaplanan bölgesel verimlilik ile kişi başına düşen bölgesel GSYİH arasında yakın bir ilişki olduğu gözlemlenmiştir. Batı bölgeleri genellikle daha yüksek verimlilik ve GSYİH’ya sahipken, Doğu bölgeleri daha düşük değerler göstermektedir.
Yapılan bir çalışmada, istihdam yoğunluğuna göre verimliliğin ne kadar arttığını gösteren elastikiyetin (aglomerasyon ekonomilerinin gücü) gelişmekte olan ülkelerde farklı sonuçlar doğurabileceği belirtilmiştir. Ayrıca, illerin iç ve dış piyasalara erişiminin işgücü verimliliği üzerinde olumlu ve güçlü bir etkisi olduğu bulunmuştur. Karayolu bağlantıları ve gümrük kapılarına olan uzaklık gibi faktörler, firmaların diğer illerdeki ve yurt dışındaki piyasalara erişimini etkilemekte ve çalışanların verimliliğini artırmaktadır. Bu pozitif etkinin gelişmiş ekonomilere göre daha büyük olduğu, dolayısıyla karar vericilerin bir bölgede verimliliği artırmak için o bölgenin dışa açılmasını kolaylaştıracak ulaşım altyapısı yatırımları yapmalarının daha anlamlı olduğu ifade edilmiştir.
Sonuç
Türkiye’nin sürdürülebilir ve yüksek tempolu bir ekonomik büyüme sürecini yakalayabilmesi için öncelikle mevcut potansiyelini artıran yapısal dönüşümleri gerçekleştirmesi gerekmektedir. Mevcut büyüme modelinin, potansiyelin üzerinde bir tempoyu zorladığında kamu veya dış finansman ihtiyacı yaratması ve düşe kalka bir büyüme çizgisine neden olması, yapısal sorunların derinliğini ortaya koymaktadır.
Kaynaklarımızda vurgulanan temel çözüm alanları; teknoloji geliştirme, beşerî sermaye (özellikle eğitim ve nitelikli işgücü), tasarrufların artırılması ve üretken yatırımlara yönlendirilmesi, kapsamlı yapısal reformlar ve piyasa dinamizminin desteklenmesidir. Türkiye’nin Ar-Ge harcamaları ve patent sayısındaki göreli konumu, eğitim sisteminin çıktıları ve işgücü piyasası uyumsuzlukları, tasarrufların önemli bir kısmının inşaat gibi üretkenliği daha az olan sektörlere yönelmesi gibi faktörler, sürdürülebilir büyüme önündeki temel engeller olarak öne çıkmaktadır. Bölgesel eşitsizlikler ve iç/dış piyasalara erişim kolaylıkları da verimlilik ve büyüme üzerinde önemli etkilere sahiptir.
Yapısal reformlar; ithalat bağımlılığını azaltmayı, vergi sistemini dengelemeyi, sosyal güvenlik ve sağlık sistemini maliyet odaklı hale getirmeyi, enerji ithalatını düşürmeyi, tarım sektörünü canlandırmayı, reel sektörde şeffaflığı artırmayı, kurumların bağımsızlığını sağlamayı ve kayıt dışılıkla mücadele etmeyi içermelidir. Bu reformlar, sadece ekonomik önlemlerle değil, aynı zamanda toplumsal ve kurumsal dönüşümlerle de desteklenmelidir. Eğitim sisteminin yeniden yapılandırılması, nitelikli işgücünün yetiştirilmesi ve beyin göçünün önlenmesi kritik öneme sahiptir. Tasarrufların artırılması ve bu tasarrufların sanayi gibi yüksek katma değerli alanlara yönlendirilmesi için vergi ve kredi politikalarının gözden geçirilmesi gereklidir. Rekabet ortamının güçlendirilmesi ve özellikle dijitalleşen sektörlere özgü politikaların geliştirilmesi, dinamizmi korumak için önemlidir.
Türkiye, şu ana kadar gerçek anlamda sürdürülebilir bir büyüme süreci yakalayamamıştır. Bu noktadan sonra süreci yakalamak, sadece ekonomik program ve önlemlerle değil, teknoloji, eğitim ve bilginin temel girdi olarak değerlendirilip işlenmesi ve kapsamlı yapısal reformların hayata geçirilmesiyle mümkün olacaktır. Bu zorlu ancak elzem dönüşümün başarılması, Türkiye’nin potansiyeline ulaşmasını ve daha istikrarlı, kapsayıcı ve refah dolu bir geleceğe ilerlemesini sağlayacaktır.