OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E DARBELER VE ASKERİ MÜDAHALELER
Giriş
Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılı, modernleşme ve Batılılaşma süreçleriyle birlikte, askerin siyasal nüfuza sahip olması ve siyasetle iç içe geçmesiyle karakterize olmuştur. Bu dönemde yaşanan askeri müdahaleler ve siyasi darbeler, devletin parçalanmasına yol açan önemli faktörlerden biri haline gelmiş, aynı zamanda günümüz Türkiye’sindeki sivil-asker ilişkilerini anlamada ve ordunun siyasallaşmasını önlemede temel bir referans noktası teşkil etmiştir. Sultan II. Mahmut döneminde ordunun iç siyasete malzeme yapılmaması ve politikaya müdahalesine izin verilmemesi esas düşünce olsa da modernleşme çabaları muhalif hareketleri doğurmuş ve askeri müdahalelerle siyaset yapısında köklü değişiklikler meydana gelmiştir.
Bu blog yazısı, 19. yüzyıl ortalarından 20. yüzyıl başlarına kadar Osmanlı İmparatorluğu’nda meydana gelen önemli askeri müdahale ve darbeleri, özellikle Kuleli Vakası (1859), 30 Mayıs 1876 Müdahalesi, II. Meşrutiyet (1908), 31 Mart Olayı (1909), Halaskâr Zabitan Hareketi (1912) ve Bâb-ı Âli Baskını (1913) gibi olayları mercek altına alarak, bu kritik dönemeçlerin nedenlerini, aktörlerini, sonuçlarını ve modernleşme sürecine etkilerini irdelemeyi amaçlamaktadır.
Kuleli Vakası: Osmanlı’nın İlk Modern Darbe Teşebbüsü (1859)
Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, Tanzimat ve Islahat Fermanları ile uygulamaya konulan yeniliklere ve modernleşmeye karşı ilk büyük ve örgütlü tepki, Kuleli Vakası olarak tarihe geçmiştir. Bu hadise, Sultan Abdülmecid’i devirmeye yönelik planlanmış ancak hayata geçirilemeden sona eren Osmanlı tarihinin ilk modern komplo girişimidir. Meşru devlet otoritesine karşı ilk bürokratik cuntacı darbe teşebbüsü olarak kabul edilebilir.
Vakanın temelinde, Tanzimat Fermanı’nın ilan edilmesi, İngiltere ile imzalanan Balta Limanı Ticaret Anlaşması’nın Osmanlı ekonomisi ve halkın refahı üzerindeki olumsuz etkileri, etnik milliyetçilik kaynaklı gayrimüslim ayaklanmaları ve dış borçlar nedeniyle maliyenin iflasın eşiğine gelmesi gibi sorunlar yatıyordu. Özellikle gayrimüslim tebaanın reformlardan yararlanarak refahının artması ve mali yükün Müslüman halka yansıtılması, Müslüman tebaanın tepkisine ve Abdülmecid’e yönelik hoşnutsuzluğun artmasına neden olmuştur. Sadrazam Mehmet Emin Ali Paşa’dan duyulan memnuniyetsizlik ve sarayın israf boyutuna varan harcamaları da muhalefet ortamını besleyen tali nedenlerdendi. Bütün kesimlerin ortak sorunu ise dinin layıkıyla uygulanmadığı düşüncesiydi. Islahat Fermanı’nın Hristiyan tebaaya ayrıcalıklar getirmesi, belirli bir kesim tarafından “Ehl-i İslâm’a bu bir ağlayacak ve matem edecek gün” olarak görülmüştür.
Kuleli Vakası’nın lideri, Bayezid Medresesi hocası Şeyh Ahmet‘tir. Şeyh Ahmet, padişaha suikast düzenleyerek yönetimi değiştirmek amacıyla Nisan-Mayıs 1859’da gizli bir cemiyet kurmuştur. Bu cemiyete, Kırım Savaşı’nda tanıdığı güvenilir kişiler ve müşir Hüseyin Daim Paşa katılmış, paşanın etkisiyle teşkilatlanma hız kazanmıştır. Şeyh Ahmet’in dindarlığı ve ikna kabiliyeti sayesinde cemiyet genişlemiş; ulema, çeşitli rütbelerden subay ve paşalar, esnaf, medrese öğrencileri ve Çerkez göçmenler cemiyete üye olmuştur. Cemiyetin toplantılarında, şeriatın icrasına engel olan padişah dahil herkesin suikastla ortadan kaldırılması ve yerine kardeşi Abdülaziz’in tahta geçirilmesi kararlaştırılmıştır. Hareketin lideri ile ittifaka katılanların çoğunluğunun Nakşibendi olması, Nakşibendiliği bu ilişkiler ağının merkezi unsuru haline getirmiştir.
Ancak cemiyetin çekirdek kadrosundan Hüseyin Daim Paşa’nın Rumeli’ye tayini ve boğaz mirlivalarından Tatar Hasan Paşa’nın ihbarı üzerine, 14 Eylül 1859’da 41 gizli cemiyet üyesi yakalanmıştır. Sanıklar Kuleli Kışlası’nda yargılanarak çeşitli cezalara çarptırılmış, ancak idam cezaları daha sonra müebbet kürek cezasına çevrilmiştir. Sultan Abdülaziz’in 1861’de padişah olmasıyla Kuleli mahkûmları affedilmiştir. Kuleli Vakası, siyasi karakteri ve kendisinden sonraki direniş hareketlerine örnek oluşturması açısından önemli bir dönüm noktası olmuştur.
30 Mayıs 1876 Darbesi ve Sultan Abdülaziz’in Şaibeli Ölümü
Osmanlı-Türk tarihinde darbe tanımını hak eden ilk siyasi hareket olan 30 Mayıs 1876 Müdahalesi, Sultan Abdülaziz‘in tahttan indirilmesi ve ardından şaibeli ölümüyle sonuçlanmıştır. Bu darbe, asker, ulema ve sivil bürokrasinin işbirliğiyle gerçekleşmiştir.
Sultan Abdülaziz’in güçlü, sağlıklı ve dindar bir kişiliğe sahip olmasına rağmen, kişisel ve keyfi yönetim tarzı, basına sansür uygulaması ve Sadrazam Mahmut Nedim Paşa’nın Rusya destekli politikaları toplumda Abdülaziz karşıtlığına yol açmıştır. Devlet bütçesinin açık vermesi ve dış borçların ödenememesi ise en önemli sorunlardan biriydi. 1875’te devletin iflas ettiği açıklanmış ve Mahmut Nedim Paşa’nın borç ödeme konusundaki çözümleri İngiltere ve Fransa’nın tepkisini çekmiştir. Balkanlardaki isyanlar, özellikle 1876’daki Bulgar ayaklanması ve Selanik Hadisesi gibi olaylar, Avrupa kamuoyunda Osmanlı aleyhtarlığını körüklemiş ve devleti zor durumda bırakmıştır. İngiliz elçisi Sir Henry Elliot, Bulgaristan’daki olaylar nedeniyle İngiltere’nin Osmanlı’ya olan sempatisinin azaldığını ve Rusya ile olası bir savaşta destek vermeyeceklerini açıkça ifade etmiştir.
Darbe cuntasının lider kadrosu dört ana isimden oluşuyordu: Serasker Hüseyin Avni Paşa, Mithat Paşa, Mütercim Rüştü Paşa ve Şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi. Hüseyin Avni Paşa, hırsları ve padişaha karşı kişisel kini nedeniyle darbenin askeri kanadının başında yer almıştır. Mithat Paşa ise liberal düşünceye sahip, İngiltere hayranı ve meşruti yönetimi savunan darbenin ideoloğuydu. Genç Osmanlılar adı altında örgütlenen aydınlar da meşruti yönetime geçişi savunuyor ve bu darbe girişimini destekliyordu. Bu cemiyetin faaliyetleri, Fransız sefaretine mensup ajanlarca finanse edilmiş ve İngiliz istihbaratı tarafından desteklenmiştir. Özellikle İngiliz elçisi Sir Henry Elliot, Mithat Paşa ile yakın temas halinde olmuş ve darbe planını İngiliz gizli servisinin desteğiyle yapmışlardır. Mason localarının da bu süreçte Mithat Paşa ve ekibine destek verdiği belirtilmektedir.
Darbenin başlangıcı, Mahmut Nedim Paşa’nın sadrazamlıktan azledilmesini talep eden medrese talebelerinin ayaklanmasıyla olmuştur. Bu ayaklanma, Mithat Paşa’nın evinde yapılan bir toplantıda Abdülaziz’in tahttan indirilmesi kararıyla organize edilmiş, hatta veliaht Murad Efendi’nin talebelere dağıtılmak üzere para gönderdiği iddia edilmiştir. Darbeciler, girişimlerini meşrulaştırmak için Şeyhülislam’dan fetva almayı ihmal etmemişlerdir. Padişahın akli melekelerini yitirdiği, halkın malını israf ettiği ve dini ihlal ettiği gerekçeleriyle fetva alınmıştır. Ancak bu gerekçelerin gerçekle bağdaşmadığı, Sultan Abdülaziz’in aksine dindar ve dikkatli bir padişah olduğu belirtilmektedir.
29 Mayıs 1876’da saray kuşatılmış, Şehzade Murad Efendi tahta çıkarılmış ve Sultan Abdülaziz önce Topkapı Sarayı’na, ardından Feriye Sarayı’na nakledilmiştir. Tahttan indirilişinin altıncı gününde, 5 Haziran 1876 Pazar sabahı hayatını kaybetmiştir. Resmî açıklamaya göre, sakalını düzeltmek için verilen makasla sol kolunun damarını keserek intihar ettiği iddia edilmiştir. Ancak bu iddia, olaydan kısa bir süre sonra bile inandırıcı bulunmamıştır.
Kaynaklar, Abdülaziz’in ölümünün bir cinayet olduğunu gösteren güçlü kanıtlar sunmaktadır. Olay yeterince soruşturulmadan, Hüseyin Avni Paşa’nın tehdit ve baskısıyla doktorlara intihar raporu hazırlatılmıştır. Hatta Yunanlı doktorun Abdülaziz’i kloroformla uyutup atardamarlarını kestiği, ardından makası yere bırakıp suç ortaklarıyla birlikte ortadan kaybolduğu detayları bile aktarılmıştır. Abdülaziz’in sakalını kesmek için annesinden makas istediği hikayesinin uydurma olduğu belirtilmiştir. Valide Sultan’ın oğlunun cesedini kanlar içinde bulduğu, cesedin saraydan çıkarılıp karanlık bir koridorda eski bir şiltenin üzerine yerleştirildiği, bileklerdeki kesiklerin küçük, düzgün ve bilimsel bir şekilde yapılmış olmasına rağmen bir kişinin iki kolunun atardamarını düzgünce kesmesinin imkânsız olduğu ifade edilmiştir.
Cinayet sırasında Sultan’ın sol memesinin altında bıçak darbesi olduğu ve hırkasının delindiği de tespit edilmiştir. Hüseyin Avni Paşa’nın cenazenin detaylı muayenesine engel olması, onun bu olaydaki kilit rolünü ve suç ortaklığını düşündürmektedir. Nitekim, Abdülhamit döneminde kurulan Yıldız Mahkemesi’nde, olayın intihar değil, Pehlivan Mustafa, Cezayirli Mustafa ve Hacı Ahmed gibi kişiler tarafından gerçekleştirilen bir cinayet olduğu ispatlanmıştır.
V. Murad’ın Kısa Saltanatı ve II. Abdülhamid Dönemi
Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilip yerine geçen V. Murad, yaşadığı ruhi bunalım ve akli dengesini kaybetmesi nedeniyle sadece 93 gün tahtta kalmıştır. Uzun yıllar gözaltında tutulması, darbenin planlanandan önce gerçekleşmesi ve amcasının trajik ölümü, V. Murad’ın psikolojisini derinden etkilemiştir. Alkol bağımlılığı ve sanrılar görmesi gibi sorunlar yaşadığı, “Kan istemem, sultanlık istemem” diye bağırdığı rivayet edilir. V. Murad’ı iyileştirmek için yapılan yanlış tedaviler de hastalığının daha da kötüye gitmesine yol açmıştır.
V. Murad’ın tahta çıkışıyla birlikte, ekonomi alanında ciddi tedbirler alınmış, padişahın yıllık tahsisatından kesintiye gidilmiş ve Hazine-i Hassa’ya bağlı madenler ile fabrikalar Maliye Hazinesi’ne devredilmiştir. Halkın coşkulu bir şekilde karşıladığı yeni padişahın liberal değerlerle ülkeyi buhrandan çıkaracağına inanılıyordu. Ancak Hüseyin Avni Paşa’nın Ziya Paşa’nın mabeyn başkatipliğine atanmasına karşı çıkarak Sadullah Paşa’yı göreve getirmesi, yeni sultanın otoritesinin ilk günlerden itibaren kısıtlı olduğunu göstermiştir.
V. Murad’ın sağlık sorunları nedeniyle tahttan indirilmesinin ardından II. Abdülhamid tahta geçmiştir. Abdülhamid’in döneminde, Ali Suavi’nin V. Murad’ı tekrar tahta çıkarmak için yaptığı başarısız isyan girişimi ve Kelanti Skaliyeri’nin benzer amaçlı sivil darbe tertibi, padişahın özgürlükçü fikirlere karşı kuşkularını derinleştirmiş ve mutlakiyetçi eğilimlerini pekiştirmiştir. Anayasa rafa kaldırılmış, meşrutiyet taraftarları sürgün edilmiş veya baskı mekanizmasına dahil edilmiştir.
Bu baskıcı ortama rağmen, II. Abdülhamid yönetimine karşı muhalif yapılanmalar ortaya çıkmıştır. Özellikle yükseköğretim kurumlarındaki gençler, subaylar, siviller ve yurtdışına kaçan aydınlar gizli cemiyetler kurmuşlardır. 1889’da beş Askeri Tıbbiye öğrencisi tarafından kurulan “İttihad-ı Osmani Cemiyeti”, istibdadın kaldırılması, anayasa ve parlamentonun yeniden işlerlik kazanmasını hedeflemiştir. Kısa sürede büyüyen bu grup, özellikle Balkanlar’daki 3. Ordu subayları arasında hızla yayılmış ve İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) adını almıştır.
II. Meşrutiyet (1908) ve Ardından Gelen Krizler
İTC’nin Manastır Şubesi, Selanik’teki genel merkezden daha aktif davranarak 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanında öncü rol oynamıştır. Reval’de Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılması konusunda bir anlaşmaya varıldığı söylentisi, 1908 devrimini tetiklemiştir. İTC liderleri, anayasal parlamenter bir rejimin yabancı müdahaleyi önleyeceğine inanarak meşrutiyetin yeniden tesis edilmesi talebini dile getirmiş, birçok subay padişaha karşı isyan ederek dağa çıkmıştır. Bu başkaldırı hızla Makedonya’ya yayılmış ve Sultan Abdülhamid’in isyanı bastırma girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Ancak meşrutiyetin ilanı, imparatorluğun çözülmesini önlemek yerine hızlandırmıştır. İTC, başlangıçtaki ideallerine rağmen siyasi bir diktatörlük tesis etmiş ve tedhiş usullerine başvurmaktan çekinmemiştir. Bu durum, cemiyete karşı büyüyen bir öfke ve tepki ortamı yaratmıştır.
31 Mart Olayı (1909): İTC’nin politikalarına karşı duyulan memnuniyetsizlik, dini unsurların istismar edilmesi ve ordu içindeki disiplinsizlikler, 31 Mart Olayı‘na yol açmıştır. Volkan Gazetesi’nin kışkırtıcı yayınları ve küçük rütbeli askerler üzerindeki etkisi bu olayda belirleyici olmuştur. İsyan eden askerler, sadrazam ve nazırların azledilmesini, şeriatın geri getirilmesini ve İTC’nin kapatılmasını talep etmişlerdir. Padişah II. Abdülhamid, bu talepleri kısmen kabul etse de isyanın yayılması üzerine İTC Selanik Genel Merkezi müdahale etmeye karar vermiş ve Hareket Ordusu İstanbul’a gelerek isyanı bastırmıştır. Bu olay sonucunda II. Abdülhamid tahttan indirilmiştir.
31 Mart Olayı’nın arkasında dış dinamiklerin olduğu iddia edilmiştir. Prens Sabahattin’in İngiltere tarafından finanse edilmesi ve yönlendirilmesi, isyanın önemli bir dış dinamiği olarak görülmüş, hatta olayın İngilizlerce II. Abdülhamid’i devirmek için tertiplendiği öne sürülmüştür. 31 Mart Olayı, ordu içindeki disiplin zafiyetini ve subayların siyasete karışmasının tehlikelerini açıkça ortaya koymuştur.
Halaskâr Zabitan Hareketi (1912) ve Bâb-ı Âli Baskını (1913)
31 Mart ayaklanmasından sonra İttihatçılar ile Liberaller arasındaki mücadele devam etmiş, ancak isyanı bastıran askerler İTC’nin muhalefeti ezmesine müsaade etmemiştir. 1912 seçimleri, İTC’nin baskı ve hileleriyle “sopalı seçimler” olarak anılmış, muhalefet bu duruma tepki göstermiştir. Bu ortamda, bir grup genç subay Halaskâr Zabitan Grubu‘nu kurarak İTC’nin zorbalığına başkaldırmış, Rumeli dağlarına çıkmış ve İstanbul’daki “Halaskâr Subaylar” grubuyla işbirliği yapmıştır. Albay Sadık Bey önderliğindeki bu örgüt, mevcut hükümetin ve 1912 seçimleri sonucunda oluşan Meclis-i Mebusan’ın gayrimeşru olduğunu savunarak yeni ve serbest seçimlerle anayasal meşrutiyete geri dönülmesini talep etmiştir.
Bu hareket, İTC’nin iktidardan uzaklaştırılmasına ve tarafsız bir hükümetin işbaşına gelmesine neden olmuştur. Yeni hükümet, ordu mensuplarına siyasetle uğraşmayacaklarına dair yemin ettirerek siyasetle iştigalin önüne geçmeye çalışmıştır. Ancak Halaskâr Zabitan Grubu’nun kendi amacına ulaşmak için izlediği yol, askerlerin siyasete karışmaması gerektiği düşüncelerinin tam tersi istikamette olmuştur.
1913 Bab-ı Âli Baskını ise Osmanlı Devleti’nin Balkan Savaşı’nda ağır bir yenilgi alması üzerine gerçekleşmiştir. Ordudaki gruplaşma, subayların siyasallaşması ve iç politikaya dönük çatışmalar mağlubiyetin temel nedenleri olarak gösterilmiştir. Özellikle Edirne’nin düşman işgaline uğraması, halk arasında büyük tepkiye neden olmuş ve İTC bu durumu fırsat bilerek iktidarı yeniden ele geçirme hazırlığı yapmıştır. İttihatçıların “Büyük Efendisi” Talât Bey’in planı ve Enver Paşa’nın öncülüğünde gerçekleştirilen baskınla Kâmil Paşa hükümeti istifa etmek zorunda kalmış, Mahmut Şevket Paşa sadrazamlığa atanmıştır.
Bu baskın, modern anlamdaki ilk hükümet darbesi olarak tarihte yerini almıştır. Ancak halkın bu darbe girişimlerine karşı bilinçli ve örgütlü bir tepki gösteremediği, pasif kaldığı belirtilmiştir. Bu durum, sosyal yaşama hâkim olan patriyarkal gelenek, İslamiyet’in itaat/sadakat kültürü, okur-yazar oranının düşüklüğü ve siyasal bilinç seviyesinin düşüklüğü gibi faktörlere bağlanmaktadır.
Sonuç
Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılında yaşanan bu askeri müdahaleler ve siyasi darbeler, imparatorluğun modernleşme sürecini derinden etkilemiş ve sivil-asker ilişkilerinde köklü bir “darbe geleneği”nin oluşmasına yol açmıştır. Kuleli Vakası’ndan başlayarak 1876 Darbesi, II. Meşrutiyet, 31 Mart Olayı, Halaskâr Zabitan Hareketi ve Bâb-ı Âli Baskını gibi olaylar, içerideki iktidar mücadeleleri, dış güçlerin etkisi, ekonomik buhranlar ve ideolojik çatışmalar gibi çeşitli nedenlerle tetiklenmiştir.
Modernleşen ordunun siyasallaşması ve siyasi iradeye müdahalesi, günümüze kadar uzanan bir geleneğin öncüsü olmuştur. Balkan Savaşları’ndaki yenilgi ve toprak kayıpları, siyasetle meşgul olarak vatan savunmasını ihmal eden, kendi içinde bölünmüş ve kutuplaşmış bir ordunun acı bir sonucu olarak gösterilmiştir. Bu olaylardan Cumhuriyet’i kuran kadroların önemli dersler çıkardığı ve ordunun siyasetin dışına çıkarılması gerektiği anlayışının temelini attığı belirtilmektedir. Ancak, Osmanlı dönemindeki askeri darbelerin izleri, 1960 Askeri Darbesi ve hatta 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi gibi olaylarla günümüz Türkiye’sine kadar uzanmaktadır.
Sultan Abdülaziz’in ölüm şekli üzerindeki tartışmalar ise bu dönemin karmaşıklığını ve siyasi cinayetlerin üzerindeki sır perdesini sembolize etmektedir. Her ne kadar resmi raporlar intihar dese de Yıldız Mahkemesi sonuçları ve çeşitli tanık ifadeleri, bu olayın bir cinayet olduğunu ortaya koymuştur. Bu tür faili meçhul cinayetler, devlet görevlileri tarafından karartıldığı için aydınlatılamayan, ancak ardında genellikle benzer “gölgeler”in bulunduğu olaylar olarak değerlendirilmektedir.
Sonuç olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun bu çalkantılı dönemi, modernleşme çabalarıyla askerin siyasallaşması arasındaki gerilimi ve bunun devletin bütünlüğü üzerindeki yıkıcı etkilerini gözler önüne sermiştir. Ordunun siyasetin dışında kalmasının hem toplumsal istikrar hem de ulusal savunma için elzem olduğu, tarihin acı tecrübeleriyle sabit bir gerçekliktir. Bu dönemdeki olaylar, sadece Osmanlı tarihinin değil, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi ve askeri yapısının da şekillenmesinde belirleyici rol oynamıştır.


One thought on “OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E DARBELER VE ASKERİ MÜDAHALELER”